Von der Osten: 1929 Yılında Forduyla Maraş, Pazarcık ve Elbistan’ı Gezen Alman Arkeolog
Güncelleme: 23 Aralık 2019
Son birkaç aydır, başta Avrupalı ve Amerikalı oryantalistler olmak üzere 17. ve 20. yy arasında Maraş’tan geçen seyyahların anılarını Türkçe’ye çeviriyorum. Bugün ilk defa cumhuriyet dönemine ait bir seyahatnameyi, Maraş’ın geniş bir coğrafyasına dair zengin anlatımlar ve onlarca fotoğraf içeren Alman arkeolog Von der Osten seyahatnamesini paylaşıyorum.
Uzun yıllar süren savaşlardan yeni çıkmış, Cumhuriyet yönetimine geçmiş bir milletin hayata tutunmaya çalıştığı dönemlere ilişkin gözlemleriyle çok önemli olduğunu düşündüğüm bu çalışmanın Maraş bölümlerini tamamen Türkçe’ye çevirdim. Maraş’ın bu kitapta yer alan fotoğraflarının tamamına yakınını ilk defa göreceğinize eminim. Bugüne kadar içerisinde bulunan onlarca kıymetli fotoğrafın dahi ortaya çıkmamış olması çeviriyi daha iştiyaklı yapmamı sağladı.
Her zaman olduğu gibi tutarlı-tutarsız, dogru-yanlış, güzel-çirkin demeden yazarın kendi görüşlerini içeren metne sadık kalarak çevirdim. Kendi görüşlerime dipnotlarda ve eğik harflerle metin içerisinde yer verdim. Asıl metinde bulunmayan konu başlıklarını da daha kolay okunabilsin diye ben ekledim.
Bize Destek Olun
Von Der Osten’in kitapları bugüne kadar tamamen Türkçe’ye çevrilmemiş. Muhtemelen yapılan en uzun çeviri de birazdan okuyacağınız metindir. Tamamen özgün bir çeviri olan bu metni başka sitelerde kullanmak isterseniz giriş kısmını veya kısa bir özetini alıp devamında bu sayfaya bağlantıya vermeniz gerecektir. Yazının başka mecralarda bu sayfaya bağlantı vermeden kullanılması, bağlantı verilse dahi tamamının başka yerlerde izinsiz yayınlanması telif haklarına aykırı olduğu gibi yeni eserler ortaya koyma şevkimi de azaltacaktır.
Yazıyı beğenirseniz sosyal medya ve değişik mecralarda kişisel blogum Maraş Avucumda’ya bağlantı verip paylaşarak, bu yazı altına yorum ve düşüncelerinizi bırakarak benzer çalışmalar yapmama destek olursunuz. Yazım ve anlatım hatalarını da yorum olarak bildirirseniz sevinirim.
Çok uzun olan yazının tamamını okumak istemezseniz aşağıda ilginizi çeken başlıklara tıklayarak gezinebilirsiniz. Çoğunu ilk defa göreceğiniz fotoğrafların tamamına göz atmanızı öneririm.
İçindekiler
Hans Henning Von Der Osten Antep'ten Maraş'a Yolculuk Maraş Yatı Mektebi Çağdaş Pirinç Yetiştiriciliği Maraş'ın Antik Yerleşimleri Sakarya Mektebinde Müze Bataklıkta Hitit Steli Aramak Hititlilere Benzeyen Türkmenler Ufacıklı Kaya Mezarları Fordun Gidemediği Elbistan Yolu Kapudere'nin Antik Yolları Darende'den Elbistan'a Çamura Saplanıp Bozulan Ford Büyük Yapalak'ta Kaybolan At Eşkıyalar Elbistan Hüyükleri Arasında Alemdar'ın Acı Kahvesi Kaşanlı Kız Oğlan Kayası
Hans Henning Von Der Osten
Batılıların başta Hititler olmak üzere kadim Anadolu medeniyetlerine Osmanlı döneminde başlayan ilgileri Cumhuriyet döneminde de devam etmiştir. Chicago Üniversitesi bünyesinde, Rockefeller ailesinin finansmanıyla, 1919 yılında kurulan Şark Enstitüsü’nde görevli Alman Arkeolog Hans Henning Von Der Osten, Cumhuriyet döneminde Anadolu medeniyetlerine yönelik en önemli araştırmaları yapan bilim adamlarından birisi. 1927-1932 yılları arasında Alişar Höyük (Yozgat) kazısını yönettiği dönemde, fırsat buldukça Anadolu’nun diğer bölgelerine araçla geziler düzenlemiş. Bu seyahatlerde kendinden önceki oryantalistlerin eserlerinden faydalanarak oluşturduğu güzergahları takip ederek arkeolojik kalıntıların izlerini sürmüş. Gezdiği yerlerin tarihi, coğrafi, toplumsal ve etnoğrafik özelliklerini uzun uzun anlatmış, çok kıymetli yüzlerce fotoğraf çekmiştir.
Von der Osten, Anadolu gezilerine ilişkin anlatım ve fotoğraflarını, “Küçük Asya’da Hitit Keşifleri” adında bir dizi kitapta yayınlamıştır. 1929 yılında Maraş, Elbistan ve Pazarcık’tan da geçen Von der Osten şehrimize dair izlenimlerine ve fotoğraflarına serinin 1930 yılında yayımlanan ciltinde yer vermiştir.
Yazının bundan sonraki bölümleri Von der Osten tarafından kaleme alınan eserin Maraş’a ilişkin bölümlerinin tarafımca yapılan birebir çevirisini içermektedir. Keyifli okumalar dilerim.
Antep’ten Maraş’a Yolculuk
Bir sonraki hedefimiz olan Maraş için Antep’ten öğleye doğru ayrıldık. Kuzeye ayrılan karayoluna ulaşıncaya kadar geldiğimiz yolu takip ettik. Dikkatli incelendiğinde doğal oldukları anlaşılan resmedilmeye değer güzellikteki kaya oluşumlarının bulunduğu platodan yavaşça indik. İlerledikçe önce çalılıklar sıklaştı, ardından meşe ve çam öbekleri görmeye başladık. Dağ birden son buldu. Önümüzde Pazarcık Ovası, arkamızda doğudan uzanan yüksek sıradağların uzantıları vardı. Kuzeyde çok daha yüksek olan Eyr Dağ (Ahır Dağı) göze çarpıyordu. Eteklerine Maraş’ın kurulduğu bu dağ, Çakal Ovası’nın kuzey duvarını oluşturur. Düzlüğün batı duvarında Daz Dağı(?) bulunur.
Hızlı bir şekilde alçalırken ovada genellikle dağ yamaçlarına yakın yerlerde birkaç tane höyük gördüm. Aksu’yu çürümeye yüz tutmuş uzun tahta bir köprüyü kullanarak geçtik. Köprünün ortasına geldiğimizde bütün trafiğin hatta eşek katarlarının bile nehrin aşağısındaki sığ yerden geçtiklerini gördük. Keller’den (Fevzipaşa) Malatya’ya uzanan demiryolu, çelikle yeniden inşa edilecek geçici ahşap köprüler dışında bu noktaya kadar tamamlanmıştı. Yukarıda bahsedilen dağların uzantılarını aştıktan sonra Aksu’nun iki önemli kolu olan Kara Su ve Erkenez’in aktığı Çakal Ovası’na girdik. Tüm arazi açık yeşil çimenliklerle kaplı bataklığı andırıyordu. Sonradan pirinç tarlası olduklarını farkettim.
Yatı Mektebinde Konaklama
Maraş’ta birkaç gün kalmayı planladığım için höyükleri geçerken incelemedim. Şehre girdiğimizde bir tepenin üstüne kurulan kale günbatımında parıldıyordu. Berlin’den İstanbul’a trenle yolculuk ederken birkaç yıldır Maraş’a gelip giden etimolog (dil köken bilimci) Dr. Pfeiffer ve Münihli genç bir ressam ile tanışmıştım. Her ikisi de bu civarları iyi biliyorlardı ve bana rehberlik edebileceklerini söylemişlerdi.
Şehirdeki tek han, kendi deyimleriyle Yeni Otel, Maraş’ın kurulduğu yamaçlardan birinin dibinde yer alıyordu. Milyonlarca sivrisinek ve ovanın nemi buraya çökmüş gibiydi. Handa kalıp kalmamakla ilgili tereddütlerim arasında maarif (eğitim) müdürü Neşet Zühtü Bey‘in yanına tavsiye almaya gittim. Samimi şekilde beni karşılayıp yazın boş olan yatı mektebinde(yatılı okul) kalmam için yer ayarladı. Odaları geniş ve temizdi. Sonraki birkaç günde, Neşet Zühtü Bey’in vilayetteki okulların durumunu iyileştirmeye yönelik yorulmadan verdiği çabaları görme şansı yakaladım.
Maraş’ta Çağdaş Pirinç Yetiştiriciliği
Ertesi sabah binayı diken tarikata bağlı iki kadın tarafından bir çeşit otel gibi işletilen eski Alman misyonuna uğradım. İnşaat firmalarının tüm mühendisleri ve şehri ziyaret eden üst düzey Türk yetkililer burada kalıyordu.
Dr. Pfeiffer’i burada buldum. Beni çeltik fabrikasının yöneticisi Mehmet Nihat Bey ile tanıştırdı. Her ikisi de tarihi eserlere çok meraklı olan Neşet Zühtü Bey ve Mehmet Nihat Bey’in Maraş’ta bulunduğum dönem boyunca verdikleri destek çok kıymetliydi. Arabada, at üstünde ya da bir dağa tırmanırken, Maraş’ta geçirdiğim her gün bana eşlik ettiler. Berlin’de okuyan Mehmet Nihat, burada bilimsel pirinç tarımı uygulamasını başlatıp yaygınlaştırıyor. İlk geldiğinde burada pirinç tarımı yapılıyormuş ama yetersiz makinalar nedeniyle çok az yer ekilebiliyormuş. Getirdiği yeni uygulamalar ve modern aletlerle şu anda neredeyse tüm ova ekilebiliyormuş. Beni valiyle tanıştıracak kadar kibardı. Vali jandarmaya bana her konuda yardımcı olmaları talimatını verdi.
Sonraki dört günü şehri ve ovayı incelemekle geçirdim. 8 Temmuzda Profesör Sprengling ile Ankara’da buluşmam gerekiyordu. Erken ayrılmak zorunda kaldığım bu ilgi çekici şehirde ardımda daha incelenecek çok şey bırakmıştım. Ancak kısmetimde, Maraş’a at sırtında üç günlük mesafede bulunan Elbistan’ın daha az ilgi çekici vadisinde on iki gün boyunca mahsur kalmak varmış.
Maraş’ın Antik Yerleşim Alanları
Maraş’ta bugüne kadar birçok Hitit eseri bulunmuştu. Aralarında bas-rölyef (yarım kabartma) ve aslan heykeli vardı. Buraya eserlerin bulunduğu yerleri tespit etmeye gelmiştim. Ancak birkaç noktada kazı çalışması yapmadan yerleri tespit etmek mümkün görünmüyordu.
Şehrin doğusunda bir vadide Kırkgöz Çeşme denilen görülmeye değer bir su kaynağı var. Şehrin içme suyunun temin edildiği bu bölgenin rölyeflerin bulunduğu yerlerden biri olduğu söyleniyor. Burada kazı yapmaya gerek kalmadan gördüğüm birkaç kalıntı Roma öncesine aite benziyor. Tarihi eserlerin bulunduğu bir diğer önemli nokta hükümet binası arkası imiş. Detaylı bir incelemeyle çok miktarda çömlek, obsidyen parçalar ve bıçaklar ortaya çıktı. İki yöre sakini kendi başlarına buradan iki rölyef çıkardıklarını söylediler. Tarihi eserlerin bulunduğu üçüncü nokta bir höyük üzerinde kurulduğu kesin olan kale. Maraş’ın derin halk bilgisine göre 15. yy sonunda şehre hükmeden Türk Hanı Alaüddevle şehirde bulunan bütün tarihi eserleri toplatarak kaleye gömmüş.
Sakarya Mektebinde Kurulan Müze
Etrafındaki şehirlerin merkezi olan Maraş, tarih boyunca her zaman bağımsız olmuştur. Derebeyinin kuvveti ancak yeni hükümetle (cumhuriyet) kırılabilmiş. Osmanlılar’ın Küçük Asya’da(Anadolu), hakimiyeti başladığı dönemde, bu bölgeye Zülkadir ailesi hükmetmiş. Üç yüz yıl boyunca Güneydoğu Anadolu’nun önemli bölümüne hakim olan Zülkadirliler sonunda rakip bir kabileye bu bölgenin liderliğini bırakmışlar. Bu rakip aileler sıksık şehri ortadan ikiye bölen derin bir vadi üzerindeki köprüde karşılaşırlarmış. Köprü bu nedenle Kanlı Köprü olarak biliniyor. Nihat Bey’le şehirde dolaşırken beş tane daha Hitit rölyefi tespit ettim. Neşet Zühtü Bey’in yardımlarıyla Sakarya Mektebi’nde küçük bir müze kurmaya başladık.
Bataklıkta Hitit Steli Aramak
Zamanımın çoğunu tespit edebildiğim sayıları yirmi üçten az olmayan höyükleri incelemekle geçirdim. Çobantepe’ye gittiğimde Garstang tarafından keşfedilen büyük bir soylu stelinin Maraş dışına çıkarıldığını öğrendim. Detaylı sorguladığımda, stelin Maraş’a taşınmak istenirken bataklığa düşürüldüğü ve çıkarılamadığı belirtildi.
Maraş ovasında otomobil sadece iki ana yolda kullanılabiliyor. Bataklıklar ve sulama arkları diğer yerlerde araç kullanmayı imkansızlaştırıyor. Bu nedenle Eloğlu’ndan (Türkoğlu) bir el arabası ödünç alıp Hacıbebekli köyü yakınındaki Türkmen obasına gittik. Buradan aldığımız atlarla bataklığa girdik. Atların burada rahat bir şekilde ilerlemesi beni çok şaşırttı. Üç saatlik aramanın sonunda büyük bir blok bulduk ve baskı kağıdını uyguladıktan sonra şehre döndük. Ertesi gün Nihat Bey’le birlikte farklı bir yoldan bataklığa girdik. Baskı kağıdı taşın üstündeki konuyu çok güzel çıkarmıştı. Kafasında kanatlı bir disk olan, elinde yaban tavşanıyla at üstünde bir kral resmedilmişti.
Eloğlu yoluna çok uzak olmayan küçük bir tepede incelediğim birkaç noktada Roma çömlekleri buldum. Bu esnada yakınlardaki pirinç tarlasında çalışan bir yerli yanıma yaklaşıp amacımı öğrendikten sonra bizi bölgedeki birçok küçük siyah ve beyaz kare taş parçalarının bulunduğu yere götürdü. Yeri biraz kazıdığında mozaik kalıntıları görünüyordu. Bize bir keresinde arkadaşıyla birlikte yakınlardaki bir höyüğü kazdıklarını, içinde bronz eşyalarla birlikte iskelet kalıntıları bulduklarını, altın bulamadıkları için sinirlenip herşeyi kırıp parçaladıklarını anlattı.
Hititliler Gibi Giyinen Maraşlı Türkmenler
At üstünde gezerken bölgedeki Türkmenlerin kostüm ve özelliklerini inceledim. Yaz aylarında tıpkı Kürtler gibi büyük çadırlarda yaşıyorlar. Düldül Dağı’nın vadisinde bulunan birkaç köydeki yerliler beni ziyadesiyle şaşırtmıştı. Giysileri Hitit eserlerinde resmedilenlere çok benziyordu. Bu kıyafetlerin bazıları belli ki Küçük Asya’nın diğer bölgelerine de dağılmıştı.
Örtüleri topuklarına kadar inen kadınlar yüksek silindirik başlıklar giyiyorlardı. Ucu yukarı kıvrık olan çizmelerinin üst kısımları püsküllerle süslenmişti. Erkeklerin kıyafetleri daha da ilginçti. Herşeyden önce farklı boyutlarda bombeli tepesi olan konik şapkalar giyiyorlardı. Benzer şekle sahip başlıklar birçok Hitit eserinde de bulunur. Bilimsel görüşler bunların orjinal hallerinin metal mi yoksa deri mi olduğu noktasında ayrılır. Maraş’ta kullanılan günümüz başlıkları yünden tığ işiyle yapılmıştır. Hitit eserlerindeki erkek kıyafetlerindeki bir diğer dikkat çeken özellik ise tokasız, önden püsküllü sıkı kemerlerdir. Anadolu’da birçok yerde 10-20 cm genişliğinde 2 metre uzunluğunda her iki ucu püsküllü süslü kemer takan erkekler görebilirsiniz. Belin etrafına dolandıktan sonra bir ucu alta sıkıştırılır diğer ucu ise öne salınır.
Küçük Asya’nın genelinde uçları yukarı bakan ayakkabılar yaygındır ancak sadece Maraş’ın batısındaki dağlar ve Gaziantep (Antep o dönemler Gazi unvanı almış, kitaplarda bu isimle anılır olmuş.) civarında üst kısmı iki parçadan oluşan bacağa deri kayışlarla bağlanan yüksek çizmeler gördüm. Bütün bunların arasında en ilginçleri ise dizlere kadar uzanan kısa kollu entariler ve muhtelif geometrik desenlerle dokunmuş kilimlerdi. Nadir de olsa Asur rölyeflerinden özenildiğini düşündüğüm geniş gümüş bileklik takmış erkekler gördüm. Dahası batıda yaygın olduğu söylense de ben sadece Maraş’ta Anadolu erkeklerinin kısa pantolon giydiğini gördüm.
Şimdiye dek günümüz Ermenilerinin Hititlere benzediğine inanılırdı. Maraş ve etrafında ben Hititere daha çok benzeyen, rölyeflerdeki tarzda saçlarını yukardan kıvırcık örgüyle bağlayan insanlarla karşılaştım. Hititlerin burada hayatlarını sürdürdüğünü söylemek çok da yanlış olmaz. Burada yaşayan insanları ve dillerini inceleyince bunu desteleyen emareler görülecektir.
Pazarcık ve Ufacıklı Kaya Mezarları
Maraş’ta son geziyi Neşet Zühtü ve Mehmet Nihat Bey’le birlikte Ufacıklı’ya gerçekleştirdik. Arabayla Aksu vadisindeki Pazarcık‘a kadar gittik ve geceyi burada geçirdik. Sabah erkenden atlarla şehrin güneyindeki dağlara tırmanmaya başladık. Oldukça taşlı olan yamaçlar çok sık ağaçlar ve makilerle kaplıydı. Özellikle fıstık ve zeytin ağaçları dikkat çekiyordu. Altı saatlik sürekli tırmanışın ardından tepeye ulaştık. Tepelerin arasındaki çöküntü alanın tam ortasında Ufacıklı köyünü gördük.
Köyün etrafında kayalara oyulmuş sayısız mezar vardı. Bazılarının özenle planlanıp içlerinin rölyeflerle süslendiği bu kaya mezarlarının üç tanesini etraflıca inceledim. Abartısız bir şekilde sivrisinekler ve canlı yılanlarla dolu olduğu için bunu zorlukla yapabildim. Hiçbir köylüyü içeriye girmeye ikna edemediğimiz için üçümüz bu işi hızlıca gerçekleştirdik. Üç mezardan bir tanesinin planını yandaki çizimde görebilirsiniz.
Mezarlara girdikten birkaç dakika sonra ellerimiz ve yüzlerimiz sivrisinek ısırıkları nedeniyle uyuşup hissizleşmeye başlamıştı. Devamında hatrı sayılır miktarda sinek ilacı sıkmak zorunda kalmıştık. Geniş mezarlarda lahitler kayaya oyulmuş. Tüm resim süslemelerinde klasik motifler kullanılmış ama bunların uygulaması çok ilkel yöntemlerle yapılmış.
Ufacıklı etrafını daha dikkatli incelediğimizde üç tane antik yolun kesiştiği bir bölge olduğunu farkettik. Geri dönüşümüzde Pazarcık’a kadar bu yollardan bir tanesini takip ettik. Muhtemelen bu yolun devamı Maraş’a gidiyordu. İkincisi Gaziantep’e, üçüncüsü ise önce Malatya ve ardından Ergani Maden’e gidiyor olmalıydı. Daha önce bahsettiğim gibi Maraş ve Gaziantep bölgesinden bir yerliye doğuya giden yolların nereye çıktığını sorsanız, cevabı her seferinde “Ergani Maden” olacaktır. Dicle Nehri’nin kaynağında bulunan devasa bakır madenlerinin bulunduğu, yaklaşık 260 kilometre uzaklıktaki Ergani Maden…
Ufacıklı’da öğretmene misafir olmuştuk. Yirmi iki yaşından daha büyük olmayan genç bir kızın, bölgedeki tutuculuk ve modernleşmeye karşı verilen pasif dirence rağmen köyün en yetkilisi konumuna yükselmesi dikkate değerdi. Aynı günün akşamı Maraş’a sorunsuz bir şekilde döndük.
Fordun Bile Gidemediği Elbistan Yolu
Ertesi sabah tüm eşyaları toplayıp, arkadaşlara veda ederek Elbistan Ovası yoluna koyulduk. Maraş’tan Elbistan’a henüz Ford’un bile gidebileceği doğrudan bir araç yolu olmadığı için atla gitmemiz gerekiyordu. Vaktim kısıtlı olduğundan çok fazla düşünmeden Elbistan’a yolu biraz uzatarak araçla Malatya, Kangal ve nihayetinde Gürün üzerinden gitmeye karar verdim. Bu şekilde Malatya Maraş arasında da incelemeler yapabilecektim.
Yolun Pazarcık’a kadar olan bölümünü önceki gün öğrenmiştik. Pazarcık’tan sonra Aksu kıyısında uzanan demiryolunu takip ettik. Aksu’nun yatağı çok geçmeden kuzeyinde karlarla kaplı Kanlı Dağ’ın bulunduğu geniş ve verimli bir ovaya açıldı. Bu geniş vadide üç tane göl (İnekli, Azaplı ve Gölbaşı) vardı. Sadece üçüncüsünde bir tane antik yerleşim tespit ettim. Şansımızdan demiryolu inşası buraya kadar tamamlanmıştı.
Kapudere’nin Antik Yolları
Gölbaşı’nı geçtikten kısa bir süre sonra kuzeye döndük. Fırat ve Ceyhan havzalarını ayıran alçak sıradağları aştıktan sonra Kapu Deresi (Kapıdere) denen kanyona ulaştık. Yeni demiryolu 100 km boyunca Meydan (1900 m) ve Doruk (2100 m) tepeleri arasında çoğu yerde Göksu’nun kendisinden daha geniş olmayan bu vadi tabanını takip edecekmiş. Şantiyeleri birbirine bağlamak için eğreti bir yol yapılmış şimdilik. Ancak bir aracın geçebileceği genişliğe sahip bu yolda yayalar bir şekilde araçların yanında yürüyecek yer bulabiliyordu. 2-3 km’de bir iki aracın geçebileceği kadar geniş bölümler yapılmıştı. 100 metre önlerini zor gördükleri bu yolda, yüklü kamyonlar sanki beton otoyoldaymış gibi süratli gidiyorlardı.
Manzara çok güzel olsa da yoldan ilk defa geçtiğimiz için tadını çıkaramıyorduk. Kamyon trafiği bizi germişti. Dört keresinde üstümüze hızla gelen kamyonlarla karşılaşmış ve her defasında bizim aracımız küçük olduğu için bir, iki hatta üç kilometre geri geri gitmek zorunda kalmıştık. Vadi çok derin olduğu için güneş nadiren tabana ulaşıyordu. Günbatımından önce vadide hava çoktan kararmıştı bile. Geceyi bir sonraki şantiyede geçirmek üzere durduk.
Kapu Deresi’ne girişte iki tane köprünün bulunduğu antik yol dikkatimi çekti. Eski dönemlerde Maraş ve Malatya’yı birbirine bağlayan yegane yol burdan geçiyor olmalıydı. Kuzeyde, Meydan köyünün yakınlarında Elbistan’dan gelen yolla birleşiyordu. Biz doğuya doğru Göksu’yu takip ederek meralarla kaplı geniş bir platoya ulaştık.
Von der Osten, Malatya’da incelemesi gereken bazı höyükler nedeniyle Kapıdere’den doğrudan Elbistan’a geçmeyip Malatya’ya yönelmiştir. Yolda sırasıyla Viranşehir (Doğanşehir), Çığlık Köyü, Malatya, Fethiye Köyü, Kangal, Gürün ve Darende’den geçmiştir. Von der Osten esas hedefi olan Elbistan’a acilen ulaşmak istemesi ve bir yıl önceki gezisinde buraları incelemesi nedeniyle bu kez seyahatinde buraları detaylı anlatmamıştır. Ben de bu bölümleri çevirmedim.
Darende Üzerinden Elbistan’a Varış
Temmuz’un 3’ü olmuştu. Ankara’ya ulaşmak için beş günüm vardı. Elbistan’a ve geniş kale kalıntılarının bulunduğu söylenen Gürün-Kayseri arasındaki bölgeye ikişer gün ayırabilecektim. Rüstem ve Hüseyin isimli iki jandarmayla birlikte Darende’den ayrıldım. Şehirden 5 km sonra yol güneye doğru ayrılıyordu. Tırmandığımız step çayırlarıyla kaplı düz plato hafif şekilde güneye meyilliydi. İki tane Hitit kapı aslanı bulunan Arslantaş‘ı geçtik. Birkaç km ötede başka bir harabe vardı. Elbistan’a ulaşıncaya kadar iki kere çamurlu vadiye saplandık.
Ekinlerle dolu geniş Elbistan Ovası’nın etrafı aşılması zor dağlarla çevrili. Güneydoğusunda Nurhak Dağı, güney ve güneybatısında ise Berit, Chavdar (Şardağı. Çavdar olarak algılamış.) ve Binboğa Dağları var. Hepsi karlarla kaplı. Güneye doğru Ceyhan boyunca meşakkatli bir yol Maraş’a gidiyor. Kuzeybatı yönünde Hurman Suyu’nu takip eden yol Comana (Tufanyeli sınırlarındaki antik Şar kenti) ve ardından Kayseri’ye ulaşıyor. Güneydoğu tarafına uzanan yol ise Kapu Deresi’ne çıkıyor. Araçla Elbistan’a ulaşabileceğiniz yegane yol kuzeyde Palanga Ovası üzerinden Darende’ye ulaşan yoldur. Yolların kesiştiği noktada Shehir Dagh (Şardağı. Bu kez de Şehir Dağı algılamış) eteğinde kurulmuş Elbistan’ın etrafı Ceyhan ile çevrilmiş durumdadır. Arabamız şehirde büyük heyecan uyandırmıştı. Eğitim Bakanlığı yetkilileri bizi bir okula yerleştirdi ve gerekli ilk bilgileri verdi.
Öğleden sonraki ilk gezimizde Ceyhan’ın kaynağına vardık. Kaya duvarın dibinden çıkan sular hemen orada 150 metre genişliğinde bir gölet oluşturuyor. Aynı gün Kara Elbistan yakınlarındaki bir höyüğü ziyaret edip ovadaki diğer on sekiz höyükle birlikte krokisini oluşturdum. Ertesi gün bunlardan birkaçını ziyaret edip öğleden sonra Gürün yoluna düşmeyi planlamıştım. Ev sahibimiz ortaokul müdürü Ferit Bey ile birlikte hoşça bir gece geçirdik. Şans eseri üç ay önce Darende’den yola çıkıp Elbistan yakınlarında bozulan kamyonetin başına gelenleri öğrendik. Kamyonet Elbistan yakınlarında çamura saplanmış ve birkaç parçası bozulmuş. Uzun bir süredir yedek parçaların gelmesi için sürücü araç başında bekliyormuş. Bu hikaye bizi çok üzmedi çünkü neredeyse tüm önemli parçaların yedeğini yanımızda taşıyorduk.
4 Temmuz sabahı iyi bir ruh haliyle uyandık. Hüseyin Gürün’de çekeceğimiz ziyafetle ilgili her türlü planı değerlendiriyordu. Ben ilk önce küçük Anzan Hüyüğü, sonra Elbistan Ovası’nın her yerinden görülebilen Kalaycık Dağı yamacında bulunan 5 metre yüksekliğindeki yekpare Dikili Taş‘ı inceledim. (Von der Osten haritasında Dikilitaş’ı Doğan Köyü’nün hemen kuzeyindeki dağın eteğinde gösteriyor. Bu dağın ardında Kalaycık bulunduğu için bu isimle anmış olmalı. Bahsedilen Dikilitaş Küçük Yapalak ile Doğan Köy arasında yer alıyor. Dikilitaş’ın yakın zamanda defineciler tarafından parçalandığı ve kalıntılarının yerinde durduğu biliniyor. İlk fırsatta bisikletimle bölgeyi gezip fotoğraflamayı planlıyorum)
Elbistan Ovası uçsuz bucaksız bir düzlük. Etraflarını çeviren koyu ağaçları ve çoğunda bulunan höyükleriyle ovadaki köyler göl içindeki adaları andırıyor. Kuzeydeki Palanga Ovası’na giden yolların kesiştiği Büyük Yapalak‘a kadar ovayı gezdik.
Çamura Saplanıp Bozulan Ford
Bir höyüğün dibinde üçüncü kez aracımız çamura saplanınca arabayı kurtarma telaşına düştük. Etraftaki köylerden gelen birkaç Kürt, para teklifimize ve jandarmanın ısrarına rağmen bize yardım etmediler.
Oturup çok da nazik olmayan yüz ifadeleriyle arabayı itiştirip çekişimizi izlediler. Hava çok sıcaktı ve suyumuz azalıyordu. Bizi izleyenler en yakın çeşmenin nerede olduğunu dahi söylemediler. Rüstem iki saat uzaklıktaki en yakın köye arabayı çekmesi için bir öküz bulmaya gitmişti. Bu arada uğraşlarımız sonuç verdi ve arabayı saplandığı yerden çıkarabildik.
Sevincimiz çok kısa sürdü. Araç bu kez daha derin bir çamura saplanmıştı. Dahası arabadan kötüye işaret eden tıkırtılar yükseliyor, motor gürültülü çalışıyordu. 1928’de Malatya’da başımıza gelen probleme benziyordu. Bu kez fazla beklememize gerek yoktu. Yanımızda yedek şaft vardı. Başka bir parçanın bozulmuş olabileceği bir an olsun aklımıza gelmemişti.
Öğleden sonra yüzleri asık iki köylüyle birlikte sinirli olduğu anlaşılan Rüstem önlerinde bir öküzle geldiler. İlk başta tüm köylüler kendisine direnç göstermiş. Büyük tehditlerle zor ikna etmiş köylüleri. On dakika içinde arabayı kuru zemine çekebildik. Benzin tenekeleri ve taşlarla askıya aldığımız arabayı hızlı bir şekilde incelediğimizde diferansiyelin bozulduğunu gördük.
Boynu bükük bir şekilde artık incelemek için bolca vaktimin olacağı höyüğün yanına kamp kurduk. Sayıları sürekli artan yerliler bizi rahatsız etmeye başladı. Sonunda onları bölgeden uzaklaştırmak zorunda kaldık. Yiyecek ve içecekleri muhafaza altına aldıktan sonra aracın etrafında üçer saatlik nöbetlerle uykuya çekildik.
Gün ağardığında yaptığımız detaylı incelemede birçok parçanın arızalandığını anladık. Arabayı köye götürmemiz mümkün değildi. En iyisi bir kişinin Elbistan’a giderek durumu bildirmesi ve Alişar’a (Yozgat’taki kazı alanına) telgraf çekilerek yedek parçalarla birlikte buraya yeni bir araç gönderilmesiydi. Bölgeden at bulmaya yönelik tüm çabalarımız da sonuç vermeyince jandarmalardan birinin tüfeğini ve bozuk parçaların listesini alarak 22 km uzaklıktaki Elbistan yoluna koyuldum. Elbistan’a güvenli bir şekilde fakat çok susamış olarak öğleden hemen önce ulaştım.
Elbistan’da kimse başımıza gelen talihsiz olaydan rahatsızlık hissetmemişti. Aksine burada daha üzün süre misafir olacağımız için memnun olmuşlardı. Oysa benim tepemin tası atmıştı. Doğuda acele etmenin işleri hızlandırmaktan çok geciktireceğini anlayacak kadar uzun süre kalmıştım. Alişar’daki kazı alanına ve Sivas, Malatya, Maraş ve Kayseri’deki Ford görevlilerine telgraf çekip, jandarma komutanına Büyük Yapalak’taki Kürtlerin davranışlarını şikayet ettikten sonra okula geçtim. Burada Ferit Bey ve genç bir hakim olan arkadaşı Beha Bey ile sigara ve kahve içip, sohbet ettik. Jandarma aracımızın bulunduğu noktaya hemen gıda ve su takviyesiyle bir devriye yolladı.
Büyük Yapalak’ta Kaybolan At
Ertesi sabah telgraflara henüz cevap gelmemişti. Zaman geçirmek için bir at bulup Yapalak‘a sürdüm. Jandarma aracımızı köye çekmiş, içindeki alet, fotoğraf filmi ve bazı önemli eşyalarımızı paketleyip atlarına yüklemişti. Diğer eşyalarımız ve aracımız bir bekçiyle köyde kaldı. Sinirli oldukları anlaşılan köylüler bunu açıkça belli edemiyorlardı.
Köyde üzerinden sadece birkaç dakikalığına indiğim at gözden kaybolmuştu. Köy çok büyük olmamasına rağmen şehirde 12 kuruşa kiraladığım at bulunamamıştı. Başıma gelen bunca belanın yanında köylüler yaya olarak geri dönmeye mecbur bırakmışlardı. Jandarmalardan bir tanesi kendi atını teklif etse de kabul etmedim. Sonuç olarak bir kere daha buradan Elbistan’a yürüdüm. İki gün telgraflara cevabı beklemekle geçirdiğim Elbistan’da notlarıma sadece şunları yazmışım.
“6 Temmuz – Cevap bekliyorum. Çıldıracağım.”
“7 Temmuz – Cevap bekliyorum. Çıldıracağım.”
Beha Bey ve diğer yetkililer çok uğraştılar fakat ellerinden birşey gelmiyordu. Büyük Yapalak’ta başımıza gelenleri raporladıktan sonra köyün ağası yetkililer tarafından Elbistan’a çağrıldı ve ciddi şekilde uyarıldı. Bunun üzerine ağa yanıma gelip benden özür diledi ve dünyada neyim varsa senindir dedi. Kızlarından biriyle evlenebileceğimi bile söyledi.
Eşkıyalar Yüzünden Geciken Telgraf
Şehir merkezinde bir gezintiye çıkıp akşama döndüğümde bir cevap gelmesi umuduyla bütün okul ve camileri ziyaret ettim. Gece boyunca aralıklarla bir aracın yaklaştığını sanarak yatağımdan sıçradım. En sonunda beklemektense ovada yeni keşiflere çıkmaya karar verdim. Beş ya da altı gün boyunca iki jandarmayla birlikte her sabah bu amaçla ovaya atlarımızı sürdük. Aslında Gürün ve Sivas’a gitmek istemiştim ama bir gün daha beklemem yönündeki nazik telkinlerle fikrimden vazgeçmiştim. Sonradan verdiğim kararın doğru olduğunu anlayacaktım.
Yedi gün sonra cevaplar gelmeye başladı. Maraş, Malatya, Sivas ve Kayseri’den “İstediğiniz yedek parçalar yok.”. Alişar’dan “Biri dışında bütün araçlarımız arızalı. Yedek parçalar Ankara’da yok, İstanbul’dan sipariş edildi. Araç muhtemelen bir hafta içinde Elbistan’da olur. Profesör Spregnling 8 Temmuz’da Ankara’ya geldi.”
Acil telgrafıma mazur görülemez şekilde geç cevap vermeleri ve daha da beklemem gerektiğini söylemeleri beni daha da sinirlendirmişti. Ev sahibim bunun üzerine beni aydınlattı. Malatya taraflarında yenilip dağıtılan Kürt çeteleri Elbistan’ın kuzeyindeki Darende’nin dağlarına kaçmışlar. Bu bölgeden geçen telgraf hatları tahrip edilmiş. Bu nedenle tüm mesajlar daha uzun sürecek şekilde Maraş üzerinden gönderilmek zorunda kalmış. Ova gayet güvenliydi ama dağlar istila edilmişti anlaşılan. Böyle dağlık bir bölgedeki isyancıların etrafını kuşatıp güvenliği sağlamak çok uzun zaman gerektirirdi. Dilersem beni Sivas’tan haftalık posta araçlarının geldiği Gürün’e kadar götürebileceklerini belirttiler. 11 refakatçiyle birlikte 16 Temmuz’da Elbistan’dan ayrılacaktım.
Elbistan Höyükleri Arasında
8 ve 15 Temmuz arasında Elbistan Ovası’nda birkaç keşif gezisine çıkıp dokuz höyüğü daha inceledim. Bunların birinde Asur silindir mührü bulunduğu söylenen Maraş yolundaki İğde Hüyük’e vardım. Fiyatı çok fazla olduğu için bu mührü satın alamadım. İğde Hüyük’te Şar Dağı’nın güneyinden zirvesine ve sonrasında dar bir geçitle aşağıya inip Elbistan’a ulaşan bir patika vardı. Bu dar geçitte geniş bir tahkimatın kalıntıları ve devasa bir taş tümülüs (Elbistan’da Dede olarak bilinir bu tepe) vardı.
Bir başka gün Izgın ve Kara Elbistan‘ı ziyeret ettim. En uzun gezimde Hurman Suyu’nu aşıp Tedevin (Afşin’in Arıstıl ve Karagöz köylerinin tam ortasındaki tepede bulunan hüyük) ve Alemdar‘a varmıştım.
Bu bölgedeki en büyük antik yerleşim yeri üzerinde şu anda bir köy bulunan Kara Hüyük olmalı. Yüzeyinin bazı bölümlerine buğday ekilmiş. Hugo Grothe’nin yaptığı sondaj ciddi şekilde tahrip edilmiş. Geniş duvar taşları, sayısız kemik ve çömlek parçaları yüzeye dağılmış durumda. Birkaç tane geniş küp dışında yerliler burdan çıkan tarihi eserlerin hiçbirini koruyamamışlar.
Oval şekle sahip höyük yaklaşık 18-20 metre yüksekliğe, 500×300 m genişliğinde. Yüzeyinin dörtte üçü tamamen tahrip edilmiş. Elbistan Ovası’na özgü konik kerpiç bacaları Kara Hüyük’te de gördüm.
Eski bir güreşçi olan köyün imamı Pehlivan Mehmet Efendi (Kültür ve Turizm Eski Bakanı Mahir Ünal’in dedesi) Hurman Suyu kenarındaki bahçelerini görmem için ısrar etti. İyiki de gitmişim. Mehmet Efendi fazlasıyla zeki ve yeni hükümetin (cumhuriyet) güçlü bir destekçisiydi. Buralarda genelde yeni hükümete karşı pasif bir direniş vardı.
Daha sonraki araştırmalarımda sadece genişçe bir tümülüs ve yakınında kurumuş su kuyusu bulunan Küzül Hüyük‘ü ziyaret ettim. Ovada bu şekilde üç tane daha yakınında antik su kuyusu bulunan tümülüs görmüştüm.
Alemdar’ın Acı Kahvesi
Küçük bir köy olan Alemdar’ın buralarda pek alışılmamış hayat tarzı vardı. Bir bayıra kurulmuş köyde erkekler ve kadınlar evlerinin önünde günbatımına karşı oturmuşlardı. Atımdan indim ve bir evin hayatına geçip oturdum. Etrafıma sadece erkekler değil kadınlar, kızlar toplandı. Hepsi dostane şekilde yaklaştılar. Bir misafir olarak içmek zorunda olduğum kahvelerini yudumlarken çok hoş vakit geçirdim. Muhacir olduklarını ve burada dışarıdan bağımsız münzevi bir hayat sürdüklerini söylediler (Eşim Alemdarlı. Birkaç yüzyıl önce Yozgat taraflarından göç ettikleri bu kitabı okuyunca öğrendim).
Aynı gün hava kararmadan 20 km uzaklıktaki Kara Hüyük’e dönmek zorundaydım. Bu nedenle Alemdar’dan istemesem de erken ayrılmak zorunda kaldım. Ertesi sabah tekrar Elbistan’a vardım.
16 Temmuz. Elbistan’dan ayrılış vakti gelip çatmıştı. Burada birçok dost edinmiştim. Hayatımda ilk defa bir Anadolu kasabasında yerli halkla birlikte iki hafta geçirmiştim. Bana refakat edenlerin bir kısmı iki saat önce hareket etmişlerdi. Geri kalanlarla birlikte yola koyulduk. Önden giden grupla bizi Gürün’e ulaştıracak sıradağların eteğinde buluşacaktık. Refakatçilerin başında Mehmet Çavuş vardı.
Kışla düzlüğünden sonra dağ uzantılarına tırmanmaya başladık. Tırmanıştan hemen sonra iki küçük tümülüs, geniş bir tahkimat duvarı kalıntısı ve bir tane de büyük tümülüs gördüm. Bu tümülüslerin hepsinin mezar olduğunu sanmıyorum. Bazıları gözetleme kulesi olarak da yapılmış olabilir. Buradan sonra girdiğimiz vadinin dik ve taşlı her iki yamacında eski temel ve duvar kalıntıları vardı. İlerledikçe toprak çölleşiyordu. Yorgun atlarımız taşların üzerinde çok yavaş ilerliyorlardı.
Dağların arasında geçtiğimiz üçüncü büyük çöküntü alan verimli tarla ve otları bulunan Elmalı vadisiydi. Geceyi buradaki karakolda geçirdik. Gündoğumunda Mehmet Çavuş Gürün’e hareket emrini verdi. Önümüzde 40 km yol vardı. Bölgenin en yüksek tepesi olan öte tarafında hiç su bulunmayan Heranti Dağı‘nı (Hezanlı Dağı) aşmamız gerekiyordu. Grup üçe ayrıldı ve görüş mesafesini koruyacak şekilde birkaç yüz metre arayla ilerledik bu yolda.
Kaşanlı Kız Oğlan Kayası
Yolda Mehmet Çavuş ve iki jandarmayla birlikte Kaşanlı’ya uğradık. Köyün yakınlarında dik bir kayalığa biri ayakta diğeri oturan iki figürün bulunduğu rölyef kazınmıştı. Kayalığın tepesinde köylülerin Kız Oğlan dedikleri kale kalıntıları vardı.
Kaşanlı için ayrıldığımız grubu Örenli‘de yakaladık. Kaşanlı’dan Örenli’ye kadar düz bir hatta ve sonrasında kuzeye doğru bir metre yükekliğinde taş öbekleri gördüm. Bunların çok fazla kar yağan kış aylarında yollarda bellik olması için yapıldığı söylendi.
Bu platoyu tarif etmek çok zor. Birbirinden küçük kayalık vadilerle ayrılmış. Vadilerin tabanları alçak fakat geçit vermez dik kayalıklarla çevrili. Bu dağlarda barınan küçük eşkıya çetelerini bastırmanın kolay olmadığını şimdi daha iyi anlıyordum. İlk başta bölgede arama tarama çok kolay görünüyor. Saklanmak için sadece birkaç kayalık var sanıyorsunuz. Fakat herhangi bir yöne ilerlediğinizde kendinizi bir anda 10 ila 200 metre arasında derinliğe sahip uçurumların kenarında, vadi yamaçlarında bulabiliyorsunuz.
Burada kaçaklar saklanmanın yanında tamamen gözden kaybolabilirler. Bu arazide eşkıyalar geniş bir çember içine alınıp sürekli çemberi daraltarak, gıda ve diğer ihtiyaçlarından uzun süre mahrum bırakılarak yakalanabilir ancak. Yeni hükümete pasif direniş gösteren bölgedeki köyler, özellikle Kürt köyleri, buralara kaçan eşkıyalara sempati besledikleri için bu çok kolay bir iş değil.
Platoda rahatsız edici bir sıcaklık var. Geniş sarı çiçeklere rağmen etrafta hiç su yok. Bir yamaçtaki 10-12 metre derinliğinde çatlağın dibinde kar gördük. Jandarmalardan birisi inip buradan kar çıkararak hem bizim hem de atların susuzluğunu giderdi.
Akşama doğru Gürün’ün dağları kuzeyde göründü…
Von der Osten bu bölümden sonra Sivas ve Kayseri tarafına yönelerek keşiflerine devam etmiştir.
“Maraş Avucumda” yazı dizisinde arkeolog Hans Henning Von Der Osten’in tespit ve izlenimlerini zevkle okudum. Eserin orijinalini tercüme edip okura ulaştıranları teşekkür ve saygıyla selamlıyorum. Gerçekten çok güzeldi…
ellerinize sağlık, Hacıbebekli resimleri ile ilgili kimler olduğunu birkaç güne kadar yazacağım. Dedelerimizin babaları.
1929 Yılında Forduyla Maraş, Pazarcık ve Elbistan’ı Gezen Arkeolog Hans Henning Von Der Osten in köyümüzdeki fotoğraflarından büyük dedelere rastladım.
Köydeki büyükler, Hacıbebek Türkmen Obası fotoğrafındaki kişinin 1870’lerde doğan Şıh Mehmet Hacıbebekoğlu’na benzediğini söylediler.
Ellerinize sağlık.
Güzel ve ilginç konuların olduğu bir çalışma olmuş gerçekten. Özellikle Büyük Yapalaklıların mizacı,Mahir Ünal’ın günümüzde çok daha anlamlı olan dedesinin tutumu ve Hitit tarzı kıyafetler oldukça ilginçti. Ellerinize sağlık. Büyük bir keyifle okudum. Çalışmalarınızın devamını sabırsızlıkla bekliyorum.
Soluksuz okudum , emekleriniz için sonsuz teşekkurler . Gerek Elbistan gerekse Maraş tarihini aydınlatacak çok önemli kaynağı gün yüzunüne çıkarttınız kutluyorum..
Notlarda dikkatimi çeken konu Izgın höyüğünden hiç bahsetmemiş. Muhtemelen Izgın’a höyüğü görmek için gelmiş fakat hiç bahsetmemiş. Haritada da göstermemiş. Halbuki Izgın höyüğü oldukça büyük ve kaçak kazılardan çıkanlara göre önemli bir yer. Ayrıca höyüğün güneyinde tümülüs olduğu düşünülen bir tepe daha var.
Bunun sebebi höyüğün üst tabakasında Müslüman Türk kalıntılarının olması mı diye bir soru oluştu kafamda.
Izgın’dan bahsetmediği konusunda haklısınız ama haritada yer vermemiş olduğu ifadesi yanlış. Haritada Izgın görünüyor. Tekrar inceleyebilirsiniz. Harita’nın yanında Izgın’dan bir tane de fotoğraf yer alıyor ki; Harran mimarisini andıran kubbelerin yer aldığı bu fotoğraf çok kıymetli bir belgedir. Onlarca sayfa anlatıma bedeldir bence.
tabrikler Alman arkeologun bu yolculugunu araştırıp tercüme ettiğiniz için. memleket sevgisiyle olacak şeydir ancak bu çaba. bikime kültüre sanata vr tarihi eserlere sahip çıkmayı da öğrenecektir günün birinde Anadolu insanı. kendi yaşamının da bir sanat oldugunu farkederek hemde. kim çevirmiş bilmiyorum ama yazacagım kitaba faydasi olacaktir.
Nice and useful article! It not only makes the adventures of early archaeologists available to broader public but it was also helpful for me as a current archaeologist. I stumbled upon this article as I was searching for additional online information about Dikilitaş and from here I finally learned about what happened to the monument. Thank you Yusuf! May your enthusiasm for history, archaeology and nature find many followers!
I have never thought that one day my Turkish blog would be read by foreigners. Thanks for your precious wishes.
Böyle değerli bilgileri bize aktardığınız ve emekleriniz için ayrıca teşekkürler.
Büyük Hizmet. Muhteşem çalışma. Bir Tarih araştırmacısı olarak hayli etkilendim ve Faydalandım. TEŞEKKÜRLER. Halil ARIK Araştırmacı Tarihçi
Hacıbebekli Türkmenleri fotoğrafında görünen kadın başlıkları eleçek denilen Türk coğrafyasında yaygın olduğu gibi Türkmen ve Kıpçaklar’da daha yaygın olan geleneksel bir başlık aslında. Giyen kişinin evli olduğunu gösterir.
Kalaycık eteklerindeki Dikilitaş hâlâ duruyor mu?