Leon Paul Seyahatnamesinde Pazarcık, Maraş ve Zeytun – 1864
Güncelleme: 29 Eylül 2020
Aşağıdaki metin, “Seyahat Günlüğü – İtalya, Mısır, Yahudiye, Samarya, Celile, Suriye, Toros Kilikyası ve Yunan Adaları” uzun başlığıyla 1865 yılında Paris’te basılan Leon Paul isimli Fransız bir din adamına ait Fransızca kitabın şehrimize dair bölümlerinin tarafımca yapılan çevirisini içermektedir.
Leon Paul
Leon Paul hakkında diğer seyahatnamelerde olduğu gibi detaylı bilgi paylaşamıyorum. Zira ne kitabında ne de başka yayınlarda kendisi hakkında en küçük bir bilgi bulamadım. Anlatımlarına dayanarak tek bildiğim şeyin döneminin maceraperest bir din adamı olduğu.
Leon Paul 20 Şubat 1864 tarihinde Versay şehrinde başladığı seyahatini, 25 Temmuz 1864’te tekrar Versay’da sonlandırmıştır. Bu seyahatinin Kudüs’te Hac edip, Suriye ve Anadolu üzerinden Avrupa’ya döndüğü son bölümlerinde, neredeyse 1864 yılının Haziran ayının tamamını Maraş ve Zeytun’da geçirmiştir.
Anlatılan mekan, kişi, olay ve yemeklerle ilgili bildikleriniz varsa yorum olarak eklemeniz çok katkı sağlayacaktır. Yazıyı beğenirseniz bağlantısını sosyal medya üzerinden paylaşmayı unutmayın.
Bundan sonraki bölüm tamamen çeviri metinden oluşmaktadır. Keyifli okumalar.
Antep’ten Maraş’a Hareket
6 Haziran 1864, Pazartesi
Atları iskeletleri sağlam şekilde Maraş’a getirmek uzun ve zahmetli oldu. En kötü durumda olan da benim payıma düşmüştü. Zavallı sadece kırbaç darbeleriyle ilerleyebiliyordu. Küçük bir çocuğu taşırken dahi beli bükülen bu at kendi ayakları üstünde bile durmaktan acizdi. Canilikten hiçbir zaman haz duymadım. Zavallı atıma uyguladığım darbelerden acı duyuyordum. Gergin sinirlerim beni etrafımda olup biteni göremez ve duyamaz hale getirmişti. Tek bildiğim Çerkesler’in bize eşlik ettikleri idi.
Çalılar Arasında Bir Panter
Ağaçlarla kaplı geçitlerden ilerlerken yüklü hayvanların inlemeleri arasında Joseph’in “Bir Panter!” diye çığlığı duyuldu. George aceleyle tüfeğini kuşandı. Onu Chaffray takip etti. Ben de tüfeğimin her iki namlusuna birer mermi sürdüm. Hayvanın geçeceğini düşündüğümüz yerde siper aldık. Ensemde Arapça mırıldanma şeklinde dua olduğunu düşündüğüm sesler duymaya başladım. Döndüğümde ölü bir adam gibi soluklaşmış Joseph’i gördüm: “-Bayım, Gördünüz mü? -Joseph, şimdi beni yalnız bırak, bu soruna sonra cevap vereceğim.” Ziyaret ettiğimiz tüm çalılar, gördüğümüz tüm yarıklar, düşmanı görmemize izin vermedi. İki saatlik aramadan sonra atlarımıza binip yola devam ettik. Joseph tarif edilemez bir memnuniyetle “Sonunda rahatladık!” diye bağırıyordu.
Pazarcık Ovası’nda Akşam
Pazarcık Ovası’na erişmek için geçitten ayrıldık. Güneş çoktan dağların ardına geçmişti. Çerkezler dört bir yanımızda isyancıların bulunduğunu söylediler. Bir gün önce burada konaklayan Türk birliklerinin çadırlarının izlerinden anlamıştık bu durumun doğru olduğunu. Zoe, istavroz çıkardı ve ruhunu Tanrıya emanet etti. Joseph de durumu anladığını ifade etti. Gaspary ise kılıcını kavrayarak her ikisini onayladı. Bu hal içinde ovada parlayan Türkmen ateşlerine doğru ilerledik. Saat 10’da ulaştığımız Türkmen çadırlarında bize su, odun ve leben (bir tür yoğurt) verdiler.
Atlarımızı ayaklarından bağladık, ateşimizi yaktık, çadırsız kampımızı kurup bohçalarımızı önümüze serdik. İştah açan kokular eşliğinde akşam yemeğimizi yedik. Silahlarımızı yanyana dizip pelerinlerimize ve battaniyelerimize sarılıp, ıslak çayırlar üzerine uzandık. Sırasıyla nöbet tutmak üzere sözleştik. Bizi Haccımızdan beri takip edip Fransa hakkında konuşmak isteyen tepemizdeki sayısız yıldıza hayranlıkla baktım. Annelerimizin gözleri ve yürekleri bu yıldızlarla bizlerin üzerinden hiç ayrılmadı sanki. Yolumuza ışık tuttular hep. Bu çayırlıkta gecenin sesleri bana çocukluğumun yaz akşamlarını hatırlattı. Vıraklayan kurbağalar, tezahürat eden cırcır böcekleri, uyumsuz kanat çırpan yarasalar, uluyan belki de kükreyen köpekler. Tüm bunları dinleyip seyretmek istesem de göz kapaklarımın üstündeki ağır kurşunlar baskın geliyordu.
George’a doğru baktığımda tüfeğinin aramıza düştüğünü gördüm. Her yerde cephaneler, yatağanlar, altıpatlar tabancalar ve hançerler vardı. Hırsızlar gelirse çok iyi karşılanacaklardı. Hayvanların da inlemeleri yerini sessizliğe bırakmıştı.
7 Haziran 1864, Salı
Bunun dışında o geceye ilişkin hatırladığım tek şey Çerkezlerin aldıkları emir doğrultusunda sabaha karşı dörtte bizi uyandırmaları oldu. Nöbet planımızın pek de hesaplandığı gibi ilerlemediğini söyledim. Arkamdan birisi gece boyunca gözünü dahi kırpmadığını söyledi. Döndüm. Bu yüzü hala solgun olan Joseph idi. Kendisine cesareti ve azmi için teşekkür edip yola koyulduk.
Türkmenler ve Halil Ağa
Yol boyunca Tanrı’nın mucizevi yardımını düşünüyordum. Ekibin en korkağına korutmuştu bizi. İsa-Mesih’in artık şaşırtmayan bu desteği sayesinde Pazarcık Ovası’nda bir vaaz daha borçlanmıştım. Türkiye’ye isyan eden Halil Ağa’nın oymağına ulaştık. Maraş’ın girişine kadar genç adamlarıyla birlikte bize eşlik etti. Ayak basması çok iyi olmayacağı için şehre girmedi. Otuz beş yaşlarında olan şeyhin (Halil Ağa) üst dudağı uzun siyah bıyıkla kaplı, keskin hatlara sahip, gözlerinde ise güvensizlik hakim.
Maraş’a Ağırbaşlı Giriş
Şehrin girişinde bir çadırda durduk. İki atlı konsolosluğa ve Ermeni Katolik Piskoposluğu’na konsolos yardımcısının geldiğini haber vermek üzere şehre girdiler. Derken Fransız görevli ve askerler yanımıza geldiler. At sırtında iki yana sallanan davul ve defler önümüzde biz arkada şehre girdik. Bir yamaca kurulmuş, ağaçlar ve temiz sular arasında sıralanan evleriyle Maraş bizi selamladı. Ermeni Piskopos, dört tane rahipten oluşan din heyetiyle birlikte şehrin surlarında bizi bekliyordu. Gür sesli Monsenyör’ün yüzü doğal bir güzellik içindeydi. Piskopos Hristiyanların ve kendinin gelişimizle ne kadar mutlu olduklarını anlattı. Cennetten kente bir nur yağdığını belirtti.
Hristiyanların Fizyonomileri
8 Haziran 1864, Çarşamba – 11 Haziran 1864, Cumartesi
Ertesi gün şehrin önemli gelenleri ile buluştuk. Ermeni Katolik Rahipler Roma ile birleştiler. Evlenmeleri serbest olsa da nadiren bu özgürlükten faydalanırlarmış. Geçimleri çok zordur. Kendileri ve çocukları deyim yerindeyse açlıktan ölecek haldedirler. Hiçbir talimat olmadan kısa bir müritliğin ardından cübbeyi kazanmak için dokuma atölyesini terk etmişler. Bir tanesi bizim kullanımımıza açtığı iki evin olan Piskopos’un durumu daha iyi. Bize ağarmış bıyıklarının üstünden sürekli gülümsüyor.
Roma’nın çatısı altında birleşenlerin yanında ayrılıkçı Ermeniler de var burada. Bunlar Roma kuşatmasını, Kadıköy Konsilinin meşruiyetini, günahların kilise tarafından bağışlanmasını, Araf’ı (Katoliklere göre ölümden sonra tam olarak arınmadan önce geçirilen süreç) ve Kutsal Ruh’un Babayla olan irtibatını reddederler.
Kişisel gözlemlerimi daha yansız görüşlerin arkasına itmekten çekinmem. Dogmatic birkaç noktada ayrı düşündüğümüz bir adamın kendi dindaşları hakkında söylediklerini hiç yorum katmadan aktarıyorum: “Maraş Hristiyanları cimri, hırslı, hırsız, hain, sahtekar, gevşek, yalancı, bin türlü adilikte uzmandırlar. Her zaman Türklerden sızlanırlar.”
Maraşlı Protestanlar ve Misyoner Çalışmaları
12 Haziran 1864, Pazar – 26 Haziran 1864, Pazar
Amerikalı Misyonerler Maraş’a 1850 yılında geldiler. On yıl içinde 800 kişi protestanlığı seçmişti. 150 haneye ulaşmışlardı. Bugün 1864 yılında bir Roman Katoliğin dediğine göre sayıları 1200 civarında. Bu sayının yakın zamanda ikiye katlanacağı rahatlıkla söyleyebilirim. Amerikalı Misyoner, Bay Pratt, cemaatinin 3000 kişiden oluştuğunu ifade ediyor. Onlardan en tatmin edici bilgileri edindim. Ahlaki açıdan kusursuzlar. Bu yönleriyle çok fazla gönül kazanabiliyorlar.
Hıristiyanların çoğunluğunun kötülüğün ve safsızlığın ortaya çıkmasından utanç duyduğu Fransa’da, Doğuda haremin onuru temsil ettiği, şehvetin geniş gün ışığında yayıldığına şaşırırız. Burada erkekler Pavlus’un Romalılar Risalesinde bahsettiği kötü alışkanlıklara kapılırlar.
Misyonerler sağlık alanında yoğun çalışarak, bedeni iyileştirirken ruha da erişmenin yolunu bulmuşlar. Bay Pratt’a hizmetleri sırasında her biri manevi evladı olan yirmi yerel vaiz yardım ediyor. Pratt’ın talimatları ile hemşehrilerinin ahlaken özgürleşmeleri için büyük çaba harcıyorlar. En az üç erkek okulunun bulunduğu Maraş’ta Bay Pratt bir kız okulu yönetiyor. Zeytin her ne kadar yakın olsa da misyonerlik faaliyetleri henüz sadece bir doktorla yürütülüyor orada.
Şehrin Etrafı ve Çarşıları
Maraş’ın içinde hüzün yok. Enerji, yaşam ve hareket dolu burası. Sokaklar güzel değil, evlerde dikkat çeken bir özellik yok ama şehrin etrafı göz alıcı. Ovaya yayılmış orakçılar, gruplar halinde bizi görmeye gelip, bir bahşiş uğruna önümüzde soytarılık yapıyorlardı.
Maraş’ın çarşıları çok canlı. Saraciye ürünleriyle meşhur Maraş’ta, dizginler, kartuş kemerler ve diğer deri ürünler görülmeye değer. Bu çarşılarda bazen alıcılarını bekleyen Çerkez kızları da görürüz. Türklerin kölelerine nasıl davrandığını hiç düşünmeden insanın başka bir insanı alıp satabilmesini kabul edemiyorum. Bir siyahinin ancak derisi benden farklıdır. Onların da damarlarında kırmızı kan akıyor ve onlar benim kardeşimdir.
Bazı Önemli Kişiler
Kırk yaşlarında gösteren Maraş Paşası İstanbul’da doğmuş. Fransızca’yı doğru bir şekilde konuşabiliyor ve çok zeki. Enerjik ve mağrur yapısı nedeniyle kimse işlerine burnunu sokamıyor. İsmi Aşir. Yetenekli bir diplomat, tarafsız bir hakim, dikkate değer bir ekonomist ve dürüst bir polis olarak tüm etrafındaki kokuşmuşluğun içinde bu evrensel değerlerle anılmanın haklı gururunu yaşıyor. Hiç hediye kabul etmezmiş. Bay Pratt’ın anlattığına göre adaletten hiç şaşmaz imiş .
Aynı şeyleri Maraş’ın Gregoryen Piskoposu için söyleyemeyeceğim. Elli yaşlarında olan piskopos, aslen Toroslardaki Ermeni şehri Sis yerlilerindenmiş. Memleketinde amcasının altında vazife yapan sıradan bir vaizken Amcası’nın ölümünü beklemek için cemaat liderine ait kıymetli aksesuarlar ve Rusya’dan gönderilen eşyalarla Halep’e kaçmış. Amcasının vefatının ardından kendisinin seçileceğini umarken Kozan’dan bir başkasının patrikliğe getirildiğini öğrenmiş. Bunun üzerine yanında götürdüğü eşyalar talep edilince iade etmemiş. Sürgünle tehdit edilince, Fransızlar tarafından korunduğunu ve bir Katolik olarak yaşamına devam edeceğini açıklamış. Bu tavırları nedeniyle Halep’teki dindaşları arasında da duramayıp ve 1858’de İstanbul’a gitmiş. 1862 yılında Maraş’a piskoposluk yapması için çağrılmış.
Ankaralı piskopos P… A…’da bu dedikolara az bir ekleme yapıyor. Sakin karakteri onu vatandaşları arasında yüce bir konuma getirebilecekken, o isimsiz bir öç alma ve bunun neticesinde gelen korkuyla halk arasına hiçbir zaman karışamadı. Bu durum zamla kendi kilise üyelerini bile rahatsız etti. Sonunda Roma’da bulunan Kardinal Barnabo’ya durumu izah eden bir dilekçe yazılarak görevden alınması ve yerine bir Latin’in görevlendirilmesi istendi.
Tüm bu anlattıklarım Maraş’ın sokaklarında sürekli konuşulmakta. Duymak için kulaklarınız açık olması yeterli. İşte Maraş’taki Hristiyan ve Türk yöneticilerin durumu. Yazdıklarım düşmanların değil her birinin kendi taraftarlarının ağzından çıkan sözlerdir.
Konsolosluktaki Günlerimiz
Konsolosluktaki her günümüz sıradan bir şekilde okuma, yeme ve yürüyüşle geçiyordu. Buraya getirdiğim pagan ve atıl yaşamdan acı çekiyordum. Bay Saint-Chaffray bizi memnun etmek için yemekler icat ediyor; iyi niyeti, kardeşçe bir şefkat ve incelik ortaya koyuyordu. Gaspary yardımını hiç esirgemiyordu.
Yahudiler ve Müslümanlar
Maraş sakinlerini resmetmeye çalıştığım bu resimde Türkler göz ardı edilmemelidir. Onlar da hristiyanlar gibi ahlaken cökmüşler ama daha az suçlular. Düzensizlikleri için kendilerini eleştirenlere verebildikleri bahaneleri var. “İncil’in değil, Kuran’ın takipçileriyiz. Gökyüzü genişletilmiş bir haremdir.”
Çok az sayıda sakini ile Yahudi toplumu kendini burada unutturmada hayli başarılı olmuş.
Toroslar: Keşfedilmemiş Topraklar
Toroslar hiçbir zaman Avrupalılar tarafından tümüyle keşfedilmedi. Avrupalılar bugüne kadar dağların sadece Akdeniz kıyısına ilgi duydular. Bunların da sayısı yediyi geçmiyor. Corancez, Macdonald, Kinneir, Beaufort, Ainsworth ve Kontlar A ve L. Delaport. Ancak üç ya da dört gezgin Kilikya limanlarına girmiştir: Paul Lucas, General Chesnay, Barker ve Kotschy. Texier ve Langlois Sis Patrikhanesi’ne girmişlerdi. Sadece birkaç Fransız ve İngiliz ajanı Zeytun’a uğramış ancak ötesine geçememişlerdi. Amanosları Kilikya Kapılarından itibaren bölen tüm dağlık bölgeler keşfedilmemişti. George oralara gitmeye niyetliydi. Ben de hevesli olunca kararımızı verdik.
Zeytun’un doğuşu, 1085 yılında Kilikya’da kurulan Ermeni Kırallığına, 14. yy. sonlarında Mısırlılar tarafindan (Memluklar) son verilmesine dayanır. Yenilginin ardından hayatta kalıp kaçabilen Ermeni gruplar, bugünkü Zeytun’un bulunduğu erişilmesi güç dağlık alanlara yerleşmişlerdir. Osmanlıların hakimiyetinden beri kendilerine yöneltilen tüm saldırıları püskürtmeyi ve bu bölgede küçük krallıklarını devam ettirmeyi başarmışlardır.
Torosların geri kalan bölümlerine ayrılıkçı Ermeniler (Zeytun’u tanımayan) ve bağımsız Türkmen aşiretleri yerleşmiştir. Her iki grup da, heybetli bir şefin idaresindeki Kozanoğlu kabilesinin hakimiyeti altındadır. Aşağıda daha özel olarak anlatacağım Yusuf Ağa, kendinden daha üstün bir otorite tanımıyor ve bu dağların arasında yenilmez olduğunu, Türklerden bir saldırı gelirse idaresindeki Ermenilerin buraları rahatlıkla savunacağını biliyor. Bu durumdan rahatsız olan Sultan, onları kontrol altında tutmak için Çerkezleri etraflarına yerleştiriyor.
Hem Türklerden hem de Kozanoğlu tehlikesinden dolayı Zeytunlular, kendilerine ulaşacak en küçük tehlikeye karşı bile teyakkuzda bekliyor ve kendilerine ulaşan tüm yolları acımasız şekilde kontrol altında tutuyorlar. Bu da yolu bir şekilde Zeytun’dan geçecek yabancılara korku salıyor.
Sürekli gözetlenen Zeytun Yolu’na koyulmadan önce tanrının yardımı bize ulaştı. Paris’ten kilisesine 2000 frank yardım topladıktan sonra şehrine dönen Apardian isimli Zeytunlu bir rahiple karşılaştık. “Benimle birlikte yarın yola çıkmak isterseniz size Zeytun’a kadar mihmandarlık edebilirim.” dedi. Her ne kadar acelemiz olsa da yolculuğumuzu 27 Haziran Pazartesi gününe ertelemek zorunda kaldık. Hem o tarihe kadar Maraş Paşası’ndan izinleri ve zaptiyeleri ayarlayacak hem de Zeytun’daki dostlarına bizimle ilgili bilgi verecekti.
Zorlu Yollar – Maraş’tan Ayrılış
27 Haziran 1864, Pazartesi
Binbir zorlukla da olsa atlarımızı temin ettik. Sabah 5’te yüklerimizi bağlayıp, konsolosluğa ve kardeşçe misafirperverliklerine veda edip yola koyulduk. Gaspary, bir kavas ve iki zaptiye yolun yarısına kadar bize eşlik edecekler. Joseph tedirgin bir yüzle bizi takip edecek. Kafileye Ermenice, Türkçe, Arapça, İtalyanca ve Fransızca konuşabilen 16 yaşında bir erkek çocuk da dahil oldu. Maraş’ın sırtını yasladığı taşlık dağa tırmanırken, ara ara durup şehrin yeşilin bütün tonlarını gözlerimizin önüne seren müthiş manzarasını seyrettik. Yükseldikçe küçülen evleriyle şehir sanki avucumun içinde kayboluyordu. Bu dönüşümü hissetmek için şehirden iki saat boyunca dağlara doğru yürümek yeterli. Bu çarpıcı his, dünyaya olan ilgimizi cennete yönlendirdiğimizde yaşayacağımızla aynı değil mi? Tanrı’nın zirvelerine tırmandıkça önceleri çok değer verdiğimiz dünyalıkların nasıl da yavaş yavaş hiçleştiğini anlayacağız.
Gilatlı Yiftah’ın Kızı
Küçük bir tepeyi aşınca, akan bir su kenarında ağlaşan kadınları gördük. Bir tanesi diğerlerine göre çok genç olan kadınların göğüslerine vura vura şiddetli yakarışları bizim ruhlarımızın derinine kadar işlemişti. Kavasa durumu öğrenmesini söyledik. Bir müddet önce genç bir arkadaşlarını kaybettiklerini ve her ölüm yıl dönümünde buraya gelerek çok sevdikleri bu arkadaşlarının ardından ağıtlar yaktıklarını anlattı bize. Gilat Dağları’nda Yiftah’ın Kızı’na yakılan ağıtlar geldi aklıma. Tanrı’nın hiçbir sözü boş değil. Her yerde benzer sedaları karşımıza çıkar işte öyle.
Sabah yemeği için çok temiz bir suyun aktığı boğazda durduk. Devasa bir çınar ağacı altına otururken öteden on iki silahlı dağlının bize doğru ilerlediğini gördük. Namluları güneşte parıldayan tüfekleri omuzları asılı olduğundan niyetlerin dostane olduğunu temenni ediyorduk. Kısa bir sürede yanımıza vardılar her birimizle teker teker selamlaştılar.
Liderleri tercümanımız aracılığıyla bize hitap etti: “Efendiler! Ülkemizin liderleri tarafından size Zeytun’a kadar eşlik etmek üzere görevlendirildik. Topraklarımıza hoş geldiniz. Barış sizlerle olsun!”. Kendilerine teşekkür ettik. Tüm kafile için erzağımız bitmek üzere olduğundan kendilerinden öğle yemeği talep ettik karşılığında da kendilerine kahve sunduk. Bu dağlıların tamamı genç. En yaşlısı 25’ini aşmamışa benziyor. Hepsi bize karşı açık görüşlü, dost canlısı görülse de ayırt edilebilir derecede kuvvetliydiler. Mihmandar olmadan bu dağlarda bu dağlıların arasından güven içinde ilerlemenin mümkün olmadığını hayal ettik.
Her birinin atışta çok mahir olduğu söyleniyordu. 200 metre uzağa koyduğumuz küçük bir taşı vurana bir mecidiye (4,5 frank) ödül vereceğimizi söyledik. Hiçbiri vuramadı ama mermileri taşın etrafını dövdü sürekli. Zeytunluların özgün bir atış yöntemi var. Kedi gibi ağaçlara tırmanıp, namlusunu ağacın dallarına yerleştirdikleri tüfekleri keskin bir şekilde nişan alarak ateşliyorlar.
Zeytun
Ülkelerinden daha güzel bir yer yok. Geniş çamlar, dev çınarlar, pırnal meşeleri gözleri rahatlatıyor. kıvrılan dereler, çağlayan pınarlar, buz gibi berrak sular susuzluğu dindirip, güneşin yakıcı sıcağına rağmen geçitleri sürekli bir yeşilliğe gark ediyor.
Gaspary ayrılmıştı. George ve ben daha ihtiyatlı bir şekilde birbirimize yakın hareket ediyorduk. Zeytunluların bir elleri bellerinde diğer elleri sürekli namluları üzerindeydi. Geniş bir nehrin yanında durduk. Joseph bize kahve hazırlarken iki liderleri hariç tüm birlik soyundu ve suya atlayarak akıntıyla kavga edercesine eğlenerek yüzmeye başladılar. Bir saat sonra tekrar yola koyulduk. Dağların ardına çekilen güneş yerini serin bir rüzgara bırakmıştı. Zeytunlular zaman zaman bizim şerefimize ateş ediyorlardı. Yolumuz gittikçe zorlaşsa da hayvanların adımları çok sağlamdı.
Önümüzdeki bir kıvrımı aşınca üç ya da dört tane atlının bize doğru geldiğini gördük. Bir tanesi kızgın hayvanını büyük meşakkatle yönetiyor gibiydi. Altın işli kırmızı ceketi, mavi pantolonu, esintiyle savrulan beyaz başlığı ve alacakaranlık ile daha koyu görünen güneş yanığı benziyle bu adam tam bir sipahi reisine andırıyordu. Büyük efendilere layık bir şekilde bizi karşılayan, Zeytun’un koruyucularından Prens Kosoryan’dı kendisi. Ekselansları, Fransızlara nankör olmadıklarını göstermekten gurur duyan vatandaşlarını geride bırakmıştı.
Ateş hattının ortasında gibiydik. Gece hızlı bir şekilde yaklaşırken, karanlıktan dibini göremediğimiz uçurum kenarlarında hayvanlarımıza emanet şekilde ilerliyorduk. Gün ışığında da belki ancak bu kadar ilerleyebilirdik. Kafilemiz her dakika bize yeni katılanlarla büyüyordu. Her seferinde elimizi önce kalbimize sonra başımıza götürerek etrafımızı saran saygıya karşılık veriyorduk. Kollarım gerçek manada yorulmuştur bu durumdan. Silahlar birbiri ardına patlıyordu. Dağdan sayısız tüfek salvosu ile cevap veriyorduk. Prens George ve benim aramda yerini aldı. Çevirmene “böyle bir karşılamadan ne kadar etkilendiğimizi” kendisine iletmesini söyledim. Prens “Siz Hristiyansınız. Siz Fransızsınız. Bizler artık bu iki kelimeyi birbirinden ayırmayacağız ve bizler kardeşiz diyeceğiz. Gündüz vakti gelseydiniz tüm şehir sizi karşılardı.” diye karşılık verdi.
Rahip Apardian bana yetişti ve yanımda yerini aldı. Ellerini atımın boynuna koydu. Bu durumdan çok memnun kaldım çünkü atımı benden daha iyi kontrol ediyordu. Önümüzdeki tepelerde hayaleti andıran gölgeler beliriyordu. Derken vadi aydınlandı ve ateş ederek bizim gelişimizi kutlayan on kişiyi tepelerde gördük. Sonrasında her şey karanlığa büründü.
Bir saat kadar zorlu vadilerde yol aldıktan sonra bir dağ geçidinin öte yakasında birkaç evi farkeder olmuştuk. Sonunda oniki saatlik bir yürüyüşün ardından bir manastırda durduk. Atlarımız soluklanma fırsatı bulmuştu böylelikle. Karşılama törenimizin sadece solgun bir fikrini sizlere aktarabileceğim için üzgündüm. Dışarda şimşekleri andıran silah patlamaları bizim şerefimize devam ederken uyku bastırıyordu. Bir diğer üzüntüm ise gördüğüm birkaç büyüleyici yeri çizmeye fırsat bulamayışımdı.
Zeytun Manastırında Karşılama
Manastırın bir galerisini tıka basa doldurmuşken, şehrin önderleri, prensler, rahipler ve yöneticilerin bizi karşılamaya geldiler. Bizleri selamlayıp önümüzde oturdular. Zeytun Piskoposu teşbihli konuşması ve detaycı sorularıyla etkileyici birisi.
Ekmeksiz Akşam Yemeği
Bizleri pirinç, yumurta ve leben (yoğurt) bulunan tepsinin etrafında yemeğe davet etti. Kosroyan George’un yanında, Monsenyör (Piskopos) ise benim yanımda idi. Önümde kötü yıkanmış bir havluyu andıran nesne duruyordu. Joseph’e “Küçük bir parça ekmek verebilir misin?” dedim. “Ekmek önünüzde duruyor” dedi. “Bu ekmek değil havlu.” dedim. “Hayır efendim, ekmek o” dedi. O zaman havlu sandığım nesnenin ekmek olduğunu anladım. Küçük parçalara ayırıp avuç içine yerleştirdiğiniz bu ekmekle elleriniz kirlenmeden önünüzdeki yemekleri avuçlayarak yiyebiliyorsunuz.
Buğdayın cinsinden değil de yoğuran ellerin kirinden olmalı, rengi griye çalıyordu. Yumuşak, kağıt kalınlığında kendi üstüne iki üç kez katlanan bir ekmekti bu. Zeytunlular elleriyle ve elbette çok temiz şekilde yiyorlardı.
Zeytun, yüksek bir dağın yamacındaki terasta kurulmuş. Her bir ev merdiven basamakları gibi birbiri üstüne dizilmiş. 20.000 nüfusun yaşadığı Zeytun’da rüzgarlı ve kayalıklı sokaklar nedeniyle yürürken uzuvlarınıza zarar gelmemesi için çok dikkatli olmalısınız.
Zeytun’da cevheri çıkarımı ve çıkarılan bu cevherin muhtelif şekilde işlenmesi ana sanayiyi oluşturmaktadır. Bu dağlar pek çok ocağa gıda, pek çok haneye iş sunmaktadır. Şehir büyük bir hoşgörüyle karşılanan az sayıda Türk nüfusa da sahip.
28 Haziran 1864, Salı
Bu sabah prens ve tercümanımızın öncülüğünde şehrin sokaklarını dolaştık.
Şimdilik bu kadar. Çok detaylı anlatımların olduğu hatıratın devamında Zeytun ve Sakinleri, Kiliseler, Zeytun Sarayı, Çanlar, Çeşhur Ceviz Ağaçları, Hamamlar, Zeytun Adet ve Töreleri