William George Browne Seyahatmesinde 1797’nin Elbistan’ı
Güncelleme: 27 Mayıs 2020
1768 yılında Londra’da doğan İngiliz seyyah William George Browne, 1792 yılında oryantalistlere göre erken sayılabilecek 24 yaşında Orta Afrika, Ortadoğu ve Mısır seyahatine başladı. 6 yıl süren gezisinin 3 yılı Avrupalı seyyahların daha önce hiç gitmediği Orta Afrika ülkesi Darfur’da (Sudan) gözaltında geçti. 1799 yılında gezi notlarını “Afrika, Mısır ve Suriye’de Seyahatler” ismiyle yayınladı. İngiltere’den Semerkand’a kadar sürecek olan ikinci seyahati esnasında 1813 yılında Tahran ve Tebriz arasında hırsızlar tarafından öldürülmüştür.
Afrika ve Mısır gezisinin ardından Anadolu üzerinden İngiltere’ye dönerken geçtiği Elbistan hakkındaki notları kitabın 27. bölümünde yer almaktadır. Kitabı orjinal ilk baskısı üzerinden içeriğin dogru-yanlış, iyi-kötü olup olmamasına bakmadan birebir çevirdim. Kendi görüşlerimi dipnotlarda ya da parantez içerisindeki eğik karakterle belirttim.
Seyahatname çevirisi buradan itibaren başlıyor. Keyifli okumalar dilerim.
Halep’ten İstanbul’a Yolculuk
21 Ekim 1797’de Halep’ten İstanbul’a uzanacak yolculuğumuza yetmiş katırın bulunduğu kervanla koyulduk. Ben ve Ermeni uşağım atlarımızla yola devam ediyorduk.
Halep’ten İstanbul’a uzanan yol normalde Belen, Adana, Konya, Kütahya ve Bursa’yı takip ediyordu. Belen Paşası Küçük Ali’nin isyan çıkardığını haber alınca yönümüzü alışılmamış bir rotaya, kuzeydoğuya çevirmek zorunda kaldık. Antep, Kayseri ve Ankara’ya…
Antep
Halep ve Antep arasındaki arazi sulak ve taşlıydı. Üç kat ürün verme imkanı vardı. 30 Ekim’de Muhammediler (Müslümanlar) ile Ermeni ve Rum hristiyanların yaşadığı büyük bir şehir olan Antep’e ulaştık. Kale ve Yeniçeri garnizonu bulunan şehirde Türkçe en yaygın dil. En önemli ticari ürünü kırmızı ya da sarıya boyanmış Türk derisi diye bilinen keçi postudur. Evler bölgede çok ucuz olan taştan yapılmış. Beş büyük camisi var. Bazı caddelerinde dereler akar. Havası sıhhatlidir. Güney tarafında kocaman bir mezarlık görünüyor. Yapay bir tepe üzerine Halep kalesiyle aynı dönemde inşa edildiği anlaşılan kalesi kuzey taraftadır ancak şehir tamamiyle kalenin yanındaki diğer tepelerden yönetilir. Şehrin yöneticisi İmparatorluk merkezi İstanbul tarafından görevlendirilen mütesellimdir. Yeniçeriler ve polisler Halep’tekiler gibi isyana meyilliler. Yukarıda bahsedilen deriler dışındaki başlıca ürünleri kendi kullanımları için pamuk, çeşitli renklerde yünlü kumaşlar ve imal edip ülkenin diğer bölgelerine gönderdikleri cekettir. Ayrıca “dip” denilen üzüm bağları ve bademden yapılan şekerleme de üretilmektedir.
Birkaç günlük ilerleme sonrasnda buralarda Kurun¹ denilen Torosların uzantılarına vardık. Tırmanış ve ardından inişin üç gün sürdüğü yüksek kayalıklarla kaplı bu sıradağlar doğudan batıya uzanıyorlar. Bu dağlarda genellikle Kürtler yaşıyor. Daha önce bahsettiğimiz gibi Antakya ovalarından gelen Türkmenlerin de yazın konakları bu dağlardır. Her yer çok yaşlı ve devasa boyutlara sahip etrafa güzel kokular yayan sedir ağaçlarıyla kaplı. Bazı yamaçlarda ardıç ve karaardıç bulunuyor. Yolculardan bazıları aşırı soğuklarda ısınmak için çalı çırpıyı ateşe vermek isterken birkaç kurumuş ağacın önce dalları sonra da tüm gövdeleri yanıp kül olmuştu. Dağ etekleri tüfle kaplı. Tepelerin çoğu berrak ve hızlı akan derelerle birbirinden ayrılmış.
Toroslara tırmanmaya başlayınca sağ tarafa birkaç yolun ayrıldığını gördük. Bu yollardan bir tanesi İmparatorluğa önemli bir gelir sağlayan Tokat’ın zengin bakır madenlerine ulaşıyormuş.
Bostan
Toroslardan inince daha önceden Sarus² olarak bilinen nehrin suladığı, etrafı dağlarla çevrili, verimli toprakları olan geniş Bostan(Elbistan) ovasına ulaştık. Bostan hatırda kalacak fazla özelliği olmayan küçük bir şehir. İlk başta gözüme iki öküzün çektiği yük arabaları(kağnı) çarptı. Masif tekerlekleri millerle birlikte döndüğü için çok zor ilerleyen gürültülü arabalar bunlar. Sakinleri Anadolu’nun genelinde olduğu gibi kibar Suriye halkının tam karşıtı gibiler. Bizi Araplardaki gibi göstermelik selamlamalar olmadan budala ve meraklı gözlerle süzdüler. Yaygın kıyafetler kısa ceket ve püsküllü sarıktır. Kadınlar açık kırmızı tenliler, yüzlerini güneş ve yağmurdan korumak için başlarına düz metal parçaları giyerler. Çene altından iplerle bağlanan bu metaller yemek tabaklarına benzer. Zenginlerinki gümüşten, diğerleri bakırdandır. Görgüden uzaktırlar. Mısır ve Suriyelilerin edalı tavırlarından (motus İonici) yoksundurlar.³
Bostan ve Kayseri arasında çok az yerleşim var. Ovalar genellikle ekilmemiş. Kayseri’ye yaklaştıkça Yermuk isimli nehrin suladığı verimli araziler artar, kara kavak (Lombardy Kavağı) bolca bulunur.
Dipnotlar
¹ Metnin tamamından anlaşılacağı üzere seyyah alışılagelmişin dışında Antep’ten Elbistan’a giderken Maraş’tan bahsetmiyor. Dolayısıyla Maraş’a hiç uğramadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Bu durumda Gaziantep’ten Elbistan’a Pazarcık, Çağlayancerit ve Nurhak yaylalarındaki antik kervan yolundan ulaşmış diyebilirim. O bölgedeki Toros uzantılarından yazarın bahsettiği isme benzeyen Engizek ve Ganidağı bulunmaktadır. Ganidağı birkaç saatte aşılabilecek küçük bir dağ. Engizek Dağı yazarın tasvir ettiği gibi at üstünde üç günde geçilebilecek kadar zorlu bir rota barındırır.
² Seyyah Ceyhan’ın Roma kaynaklarındaki ismi Pyramus’u kasdetmiş olabilir. Notların sırasını karıştırarak Elbistan’dan sonra görmüş olabileceği Sarız Çayı’ndan da bahsediyor olabilir. Bir başka ihtimal de yöre halkı hal ve tavırlarından şüphelendikleri birçok seyyah ve misyonere yaptığı gibi Browne’a bilerek yanlış bilgi vermiş olabilir.
³ Açıkçası buradaki hakarete varan benzetmeleri okuyunca kitabı çevirip yayınlamasam mı diye uzun uzun düşündüm. Ellerinde tüm dünyanın kanı olan tek dişi kalmış canavarların bizlere medeniyet dersi(!) vermeye çalıştıkları tutarsız hallerinin nişanesi olsun diye çeviriye devam ettim.