Karacaoğlan’ın Kara Sevdası – 1959
Güncelleme: 13 Nisan 2020
Karacaoğlan’ın Kara Sevdası, yüzlerce yıldır Toroslardaki her çeşmeden su içtiği, her yalnız ardıcın başında bir türkü yaktığı söylenen, sevda yüklü çığlıkları dilden dile dolaşan Karacaoğlan’ın efsanevi öyküsünün, sinemamızda Avni Dilligil’in 1955 tarihli yapımından sonraki ikinci ve çok daha kuvvetli bir yankısıdır.
Atıf Yılmaz’ın yönetmen koltuğunda yer aldığı filmde, Yeşilçam’ın unutulmaz isimleri Halit Refiğ ve Yılmaz Güney asistan, Mike Rafaelyan görüntü yönetmeni, Duygu Sağıroğlu dekoratör olarak görev yapmıştır.
Filmde Atıf Yılmaz tarafından Bu Vatan’ın Çocukları ve Alageyik öyküleri daha önce beyaz perdeye aktarılan Yaşar Kemal’in 1956 yılında Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanan Karacaoğlan çizgi romanından yine Yaşar Kemal ve film ekibi tarafından ortaklaşa uyarlanan senaryo kullanılmıştır.
Doğu ve batı sentezi özgün müzikleri Sebahattin Kalender ve Ruhi Su’ya teslim edilen filmde edebiyat ve müzik meraklılarının ilgisini çekecek pek çok öge bulunduğunu söylemeye gerek yok herhalde.
Nuri Altınok, Tijen Par, Kadir Savun, Seden Kızıltunç (Uzaylı Zekiye), Jale Öz, Vahi Öz, Talat Gözbak, Hayri Esen, Muazzez Arçay, Sami Hazinses ve Danyal Topatan gibi her biri ayrı ayrı üne kavuşacak geniş bir oyuncu kadrosu barındırıyor film.
Reji ekibi ve oyuncu kadrosunun yanında yapımcı Erman Film’in sahibi Hürrem Erman’ın da katılımıyla Karacaoğlan’ın pek çok şiirini süsleyen topraklarda Kadirli ve Andırın Çığşar Yaylası’nda 1959 yazında çekilen film, o günlerde Yeşilçam’ın en pahalı yapımları arasında yerini almıştır.
Yörük kervanındaki çöken ve onca uğraşa rağmen bir türlü yerinden kalkıp yola devam etmeyen deveye bey kızı Elif dil dökmektedir. O esnada yoldan geçerken bu duruma şahit olan Karaca, çöker devenin karşısına, çeker sazını döşüne, gözleri deveye gönlü Elif’e bakarken şu sözler dökülür ağzından:
Karacaoğlan'ım ederim methin, Bulsam yanağında buse himmetin, Yüz bin şehir saysam bilmez kıymetin, Ahir-i Dünya'ya değer gözlerin.
Karacaoğlan’ın Kara Sevdası Çığşar Yaylası’nda bu sahne ile başlar. Geniş oyuncu kadrosunun yanında bölge insanının da figüran olarak yer aldığı bilinen filmde, Andırın’ı, Cerit Obası’nı, Çokak Köyü’nü, Meryemçil’i, Binboğa Dağları‘nı Karacaoğlan’ın dilinden duyarız film boyunca.
Meryemçil yolları bükülür gider. Zülüf ak gerdana dökülür gider. Yiğidin sevdiği güzel olunca, Ömrü ardı sıra sökülür gider
Karaca ve Elif sevdalarını ayrı ayrı büyütür gönüllerinde, önce tüm obaya sonra tüm Toroslara yayılır bu sevdanın türküsü.
İncecikten bir kar yağar, Tozar Elif Elif diye. Deli gönül abdal olmuş, Gezer Elif Elif diye.
Bu aşkın önünde en büyük engel ağalık düzeni ve törelerdir. Elif ve Karaca’nın yüreğindeki sevdadan tek bir parça bile koparamasa da; töre aşıkların bir araya gelmesine engel olur. Film, Elif’in mezarı başında son türküsünü söyleyen Karaca’nın kuru bir ağaca astığı sazıyla noktalanır.
Karac'oğlan derki bakın geline, Ömrünün yarısı gitti talana, Sual eylen bizden evvel gelene, Kim var imiş biz burada yoğ iken.
Film Nerede Çekildi
Filmin dış mekan sahnelerinin büyük bölümü Kahramanmaraş ili, Andırın ilçesi, Çığşar mahallesinde çekilmiştir. Çadır içinde geçen iç mekan çekimleri ise genellikle Kadirli’de kurulan bey çadırında gerçekleştirilmiştir.
Filmde Elif’in bulunduğu Cerit Obası’na atını süren Karacaoğlan’ı gösteren bir sahne ile günümüzde Çığşar yaylasının ilgili kısmından bir fotoğraf aşağıdadır.
Filmi İzleyin
Filmi Erman Filmin Youtube kanalına ait aşağıdaki bağlantıdan izleyebilirsiniz. Çok sağlıklı bir kopya olmadığını belirtmem lazım. Diyaloglarda ve özellikle Karacaoğlan türkülerinde kopmalar mevcut. Yine de rahatlıkla bağlamı anlaşılan ve sürükleyiciliğinden birşeyler eksilmemiş filmin.
Atıf Yılmaz’ın Anılarında
Yönetmen Atıf Yılmaz’ın 1991’de yayınlanan Hayallerim, Aşkım ve Sen isimli sinema yıllarından anılar içeren kitabında en geniş yeri belki de Karacaoğlan’ın Kara Sevdası filminin kamera arkası notlarına ayırmıştır.
Yılmaz Güney’i bu filmde Karacaoğlan rolünde oynatmamakla sinema alanındaki en büyük hatalarından birini yaptığına dair pişmanlığını dile getirmesiyle başlayan anılarında, ekibin kuruluşu, Yaşar Kemal ile birlikte senaryonun hazırlanışı, Kadirli ve Çığşar Yaylası’ndaki çekimleri, Yılmaz Güney’in meşhur akrep hikayesi gibi pek çok detayı samimi bir dille aktarmıştır.
Yaklaşık yirmi sayfa boyunca bu filme dair anıların yer aldığı kitabın ilgili bölümlerini tamamen sizlere sunmak isterdim ama telif haklarına ve emeğe uygun olmayacaktır. Bu nedenle birkaç önemli anlatım ve tasviri örnek olması için sizlere sunayım. Merak edenler devamını sonraki yıllarda Bir Sinemacının Anıları ve Söylemek Güzeldir isimleriyle de yayınlanan kitaptan okuyabilirler.
Çığşar’ın İmparatoru
Atıf Yılmaz, Kadirli’de filmin ön hazırlıkları yapılırken Yaşar Kemal’in romanlarına da ilham olan üç ağayla tanışır. Safa Bey, Bebek Ağa ve Hasan Hüseyin Ağa. Hasan Hüseyin Ağa’nın film çekimlerini ısrarla Çığşar Yaylası’nda yapmalarını istediğini şöyle aktarır:
Hasan Hüseyin Çıgşar’a gelince, Torosların tepesindeki Çığşar yaylasının imparatoru olarak tanıtıyor kendini. Karacaoğlan zaten o yörede yaşamış, “Siz bizim yaylaya gelin yeter ki” deyip duruyor. Sonra başlıyor sıralamaya: “Günde beş koyun kessek, size yeter de artar bile. Süt, yoğurt, yağ, bal… Ye ye bitmez. Bizim köyde de yatar, kalkarsınız, adam mı istediniz; karısıyla, kızıyla bütün yayla emrinizde.”
Çığşar’a Yolculuk
Duygu Sağıroğlu’nun çabalarıyla Kadirli’de kurulan kıl çadırlar arasında çekimler başlamıştır ama yağmurlar müsaade etmez, film çekimleri sürekli aksar. Hasan Hüseyin Ağa’nın lafına güvenerek tüm ekip yörük obası sahneleri için kamyonlara binip Çığşar yoluna düşerler. O yolculuk yönetmenin anılarına şöyle yansımıştır.
Yolda karşılaştığım iki şey beni çok etkiliyor: Uzakta yemyeşil bir tepenin üzeride hulahup çeviren 8-10 yaşlarında bir köylü kızı (o sırada hulahup büyük kentlerde bile daha yaygınlaşmamıştı) ve sabahın çok erken bir saatinde önünden geçtiğimiz bir köyden yükselen, göremediğimiz bir erkek çocuğun söylediği Karacaoğlan türküsü. Uzun ve meşakkatli bir kamyon yolculuğundan sonra Çıgşar yaylasına varıyoruz. Etrafını Torosların zirvelerinin kuşattığı, seyrek çam ormanlarıyla süslü, yer yer küçük tepeciklerin olduğu bir düzlük. Kamyonumuz bir tepeden inip, bir dereyi geçip karşı yamaçtaki Çıgşar köyüne ulaşacak.
Film sahnelerinin çekimleri için Toroslarda en ideal yerleri şöyle aradığını anlatır yönetmen:
Kafayı filmin ilgili bölümlerini, Karacaoğlan şiirlerinde geçen yerlerde çekmeye takmışım: Meryemçil Beli, Savrun Çayı… Ciple, saatlerce yol tepip Meryemçil Beli’ne varıyoruz. Küçük bir kaynak, üç beş çam ağacı, kayalıklar. Mike “Delisin nesin?” diyor. Buralara gelmenin çılgınlık olduğunu, İstanbul’da Belgrad Ormanlarında çok daha güzel yerler bulabileceğimizi söylüyor.
Karacaoğlan’a Kim Ses Verdi
Ruhi Su filmde Karacaoğlan’ı seslendirmiştir seslendirmesine ama bugün filmde Ruhi Su’dan başkasıdır aslında dinlediğimiz kişi. Bu acı durumu Atıf Yılmaz anılarında şöyle aktarıyor anılarında.
Filmin ilk vizyonu, deneme mahiyetinde, sanırım, Balıkesir’de yapılmıştı. Gelen haberler hiç iç açıcı değil. Seyirci Ruhi Su’nun türkülerini, sesini yadırgıyormuş. Yapımcımız Hürrem Erman, sıradan bir sinemacının etkisinde kalıp paniğe kapılıyor. Film o dönemin belki de en pahalı filmi. Parayı kurtarma telaşına düşen Hürrem Bey, o güne kadar harcanan tüm emekleri göz ardı ederek filmin türkülerini değiştirmeye, bir başkasıa söyletmeye karar veriyor. Piyasa ağzıyla söyleyen türkücülerden birine söyletse gene anlayacağım. Seçtiği yeni türkücü başka bir operacı: Aydın Gün. Sinemacılık yaşamımın belki de en yenilgi, öfke, duyduğum anlarından biri bu. Filmin bütün müzik bandı zedeleniyor. Aydın Gün’ün cılız, tenor sesiyle söylediği türküler günlerimin gecelerimin kabusu oluyor. Arkadaşlarımla birlikte, olağanüstü bir çabayla, yüreğimizi koyarak, sevgiyle kotardığımız çalışma, nefret ettiğim bir filme dönüşmeye başlıyor. İşin en acı yanı da, bugün, Karacaoğlan’ın Kara Sevdası filminin, orijinal Ruhi Su’nun türkülerinin yer aldığı bir tek kopyasının bulunmaması.
Çokak Köyünde Bektaşi Dedesinin Evinde
Filmin bazı sahnelerini de Çığşar Yaylası’ndan inerken Çokak Köyü’nde çekmişlerdir. Bu sahnelerin çekildiği geceyi Çokak’ta geçiren ekipten Atıf Yılmaz ve Ruhi Su bir Bektaşi dedesinin evine konuk olurlar.
Çokak’da geçirdiğimiz o geceyi hiç unutmayacağım. Ev, bir Bektaşi dedesinin eviymiş. 70-80 yaşlarında bir ihtiyar. Gelinlerin, kızların hizmet ettiği gerçekten mükellef bir yer sofrasının başına kuruluyoruz. Ruhi Abi, bu tür meclislerde, saz çalma konusunda çok nazlıdır. O gece kahvelerimizi yudumlarken, Ruhi Abi’nin, teklif beklemeden sazını eline aldığını görüyorum. Adeti üzerine, sazın telleri üzerinde kısa bir gezintiden sonra, büyük bir coşkuyla, Bektaşi türküleri, nefesleri söylemeye başlıyor. Bu şölen gecenin kaçına kadar sürdü hatırlamıyorum. Gözümün önünden gitmeyen tek şey, seksenlik dedenin yaş dolu gözlerindeki mutluluk pırıltıları…
Duygu Sağıroglu’nun Anıları
Halen Mimar Sinan Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Sinema-TV Bölümü’nde öğretim üyeliği yapmakta olan Duygu Sağıroğlu, Atıf Yılmaz’ın teklifini kabul ederek Mimarlık Fakültesinde öğrenim görmekte iken okulu bırakıp Karacaoğlan’ın Kara Sevdası filmiyle sinemaya adım atmıştır. Sonraki yıllarda dekoratör olarak Yeşilçam’da zirveye tırmanmış, senaryo ve yönetmenliğe de soyunmuştur. Andırın Çığşar Yaylası’nda bu ilk sinema tecrübesine ilişkin eşsiz anıları derslerde öğrencileriyle, yazılarında okuyucularıyla ve sosyal medyada tüm sinemaseverlerle paylaşmıştır.
Yılmaz Güney’in Akrep Zehri Tedavisi
Yıl 1959 Çığşar Yaylası, Andırın, Maraş… “Karacaoğlan’ın Kara Sevdası” filmini çekiyoruz. Yönetmen Atıf Yılmaz, Senaryosu Yaşar Kemal’in. Benim sinemaya ilk adım attığım film. Üstümde köylüler için diktirdiğim gömleklerden biri, ayağımda üstünden akrebin beni soktuğu, ince keten bir pantolon… Belimde geyik boynuzu kabzası yarım görünen, kılıfı yarı yarıya arka sağ cebime girmiş, film boyunca yanımdan hiç ayırmadığım, ustura gibi bilenmiş hançerim… Toros dağlarında da sakal bırakmışım meğer. Ama berber İhsan’ın yokluğunda şekli farklı.
Akrep hikayesini, başta Atıf Yılmaz, bir çok dost, kendi açılarından defalarca şurada burada yazdılar, anlattılar. Sınıfta çocuklar, hep yakama sarılırlar okulda ” Hocam ne olur şu Yılmaz Güney’in emdiği akrep zehri hikayesini anlat” diye. “Psikesinema” dergisi Eylül – Ekim 2016 sayısında, Levent Yılmazok’ la Yılmaz Güney üzerine yaptığımız söyleşiyi, ayrıntılı bir şekilde yayınladı. Ben de ufak tefek bazı değişiklerle, o yazıdan Akrep Hikayesi bölümünü buraya aktarıyorum. Ola ki bundan sonra bir daha kimse “akrep, akrep” diye yakama sarılmaz…
Kadirli’ de Yörük çadırları iç mekan işlerini bitirerek, Çığşar yaylasına çıktık. Toroslar’ın tepesinde nefis bir doğa… İlkel taş yapılar… Çam ormanları, akar sular… Yörede Karacaoğlan’ın türküler yaktığı pınarlar var. İyi de ortam akrep ve boz yılan kaynıyor. Yer yataklarında yatacağız. Doğrudan toprağa serilmiş kıl kilimlerin üzerindeki yataklarda. Keçinin sert kıllarından dokunmuş kilimlerin üzerinde akrebin, göğsü çok hassas olduğu için gezinemediği, yataklara kadar ulaşamayacağı söyleniyor. Buranın sarı akrebinin zehrinin çok beter, boz yılanın ki daha da betermiş. Ölüme mesafe saatlerle ifade edilmekte. Arazi çok engebeli, doğru dürüst bir yol yok. En yakın sağlık merkezi atla altı saat… “Ulan insan yolda kesin ölür zaten” diye laflar dönüyor aramızda. Kimse çaktırmıyor ama…Korkudan manyaklaşmakta herkes. Bende eski bir tüfek var, ağızdan dolma… Yani tek atımlık… Yılan mılan gelirse, tek atışta vuracağım güya, Amerikan kovboyları gibi. İnanmıyor ama kendi kendimizi bir çeşit avutuyoruz işte.
Filmin çekimleri bitmeye yakın, herkesin kendine göre bir yere dağıldığı bir akşam üstü, işten sonra, vadiye bakan yamaçta, İstanbul’ da tiyatrodan tanıdığım, ekipten genç bir hanım arkadaşla oturmuşuz. Yer öyle bir yer ki Japon estampları halt etsin yanında. Akşam güneş batmaya yakın… Sisler doldurmuş çukurları. İrili ufaklı, üstü yemyeşil adalara dönmüş, çevredeki tepeler. Mavimsi bir sis denizinin içinden, uçları çingene pembesi bulutlardan bir duvakla örtülü çamlar yükseliyor, görüntü ufukta sisin içinde eriyip giderken Ruhi Su aşağıda bir yerde uzakta, sazının eşliğinde bir türkü söylemekte Serdari’den. Yani eziyeti cefası sonsuz, ama akşam üstü sefası da o derece müthiş bir günün sonundayız. Haz, insan bir de onu hak ettiğini düşününce, daha bir tadından yenmez cennet meyvesine dönüşüyor. Yanımdaki arkadaşla şiir okuyoruz birbirimize. Ben Apollinaire’in Mirabeau Köprüsü’nden Fransızca bir satır söylüyorum, o hemen aynı satırın Orhan Veli çevirisinden Türkçe’siyle karşılıyor ezbere.
Mirabeau köprüsü altından Seine nehri akar geçer. Ama ne geçen günler, Ne aşklar geri döner.
Apollinaire ile Orhan Veli yukarda, bulutların üzerinde bir yerde, muhtemelen kolkola bizi izlemekte, gülümseyerek. Güneş batıyor usulca, çingene pembeleri mavileşmekte yavaş yavaş. Mirabeau Köprüsü’nün altından akan Seine Nehrine dönüyor sislerin maviliği içinde çamlar. Ruhi’nin sesi iyiden iyiye uzak.
Düşünebiliyor musun? Aynı aşk şiiri… İki ayrı dilden, biri kadın biri erkek sesinden, ezbere ve de tutkuyla, Torosların üstünde akşam güneşi batarken tam doğanın ve hazzın içinde erimişken biz… Cart… Benim sağ kalçamın altında hırçın bir sızı belirdi birden. “Dikene mi oturdum acaba? diye düşündüm içimden. Doğruldum, altımda bal sarısı kocaman, el kadar bir akrep… Resimde gördüğünüz hançeri çekip akrebi öldürdüm önce. Sonra Halit Refiğ’le yattığımız kulübeye doğru, arkamda kız, koşmağa başladım delice. Traş makinemi kaptım hızla, siz şimdi bilmezsiniz, iki ağzı da keskindi o zamanki jiletlerin. Deli gibi söktüğüm jiletle, bir yandan ince keten pantolonun üstünden, kanımca yerini kestirdiğim akrebin soktuğu yeri paralayıp kan akıtarak akrep zehrinden kurtulmaya çalışıyor, bir yandan ekiple birlikte yemek yediğimiz barakaya doğru koşuyorum.
“Biri zehri emip kurtarmalı beni!” “Altı saat dayanabilir miyim acaba, bir at bulunabilirse gece vakti?” Hızla barakaya daldım. Ekibin nispeten yaşlıları, İhsan Aşkın, Asım Nipton, Hayri Esen, Talat Gözbak, dağınık oturmuş sohbetteler. Beni kanlar içinde görünce afallıyorlar önce. “Duygu’yu akrep sokmuş” diye arkamdan gelen biri bağırıyor. “Kız haber verdi her halde”… Bir an sessizlik… “Ne yapacağız şimdi? diye soruyor bir başkası. Bütün çok bilmişliğimle başlıyorum ben. “Vakit geçirmeden hemen, zehri emip çıkarmak çıkarmak lazım. Dikkat edin, sakın ağzınızda yara bere, çürük diş falan olmasın. Yoksa benden evvel…
“Biriyle göz göze geliyorum, bakışlarını kaçırıyor hemen. Hızla bir başkasına dönüyorum, “Abi, bak dudaklarım patlamış güneşten” diyor. Pan yapıyorum sağ yanıma “Benim dişleri biliyorsun zaten perişan, çürük içinde”, hızla zoom arkadakine “Beni zaten kan tutar bilmiyor musun?…Fırıldak gibi dönüyorum bir başka yöne. Nafile… Kimse yarayı emmeye yanaşmıyor. Haklılar bir bakıma. Sessizlik… Ben avucum kan içinde kalçamı tutuyorum. Neredeyse razı olacağım olup bitene.
Birden kapı çarpıyor gürültüyle. Tam o anda rüzgar gibi dalıyor Yılmaz içeriye. “Ne yapmak lazım” diye haykırıyor koşarken bana doğru. Birileri “Emmek lazımmış zehri çıkarmak için” diye bağırışıyor. Ona anlatmaya, ağzında yara var mı, çürük diş var mı? diye sormaya vakit bırakmadan, çeviriyor beni ve emiyor yarayı, tükürüyor, yeniden emiyor. İşte Yılmaz Güney bu! İşte daha önce sözünü ettiğim “Gözünü budaktan sakınmamak” sözünün anlamı bu. İşte adam gibi adam olmanın anlamı bu. Şimdi insanlara anlattığın zaman anlarlar mı acaba? Bilmiyorum.
Ortadaki hayatla ölüm arasında kısa bir durum… Belki dudağında küçücük bir çatlak, ağzında çürük bir diş veya bir yara olamaz mı insanın? Zehir doğrudan doğruya kanla beyine veya kalbe ulaşıp onu öldürebilirdi. En azından bu ihtimal apaçık ortadaydı. Bir saniye bile düşünmedi. Artık bilmiyoruz, o bal sarısı akrep söylendiği kadar acımasız bir zehir taşıyor muydu? Taşıyordu da Yılmaz emmeseydi ben ölecek miydim? Tabi kalçamın emilmesi işi biraz komik bir hale sokuyor olsa da, durum kendi içinde iyice dramatik. Artık nasıl ve ne olduysa kimse gerçeği bilemez, ama ben yine de hayatımı Yılmaz Güney’e borçlu olduğumu düşünüyorum bu gün. Buna benzer bin belanın içinde çektik o filmi.
Bu gün bir tek sevgili Şeref Gür ve ben hayattayız. O ekip… Yani Atıf Yılmaz, Halit Refiğ, Yılmaz Güney, Mike Rafaelyan, Çetin Gürtop, Ruhi Su, Danyal Topatan, Sami Hazinses ve yeri gereğinden fazla işgal ettiğim için adlarını anamadığım çok değerli diğerleri hayatta olsalar “Gel Duygu o filmin renklisini çekmeğe gidiyoruz bu sefer” deseler koşa koşa gitmeyen namerttir. Ruhları şad ola hepsinin, benim aslan yürekli gerçek dostlarım, sevgiyle anıyorum hepinizi.
Etiler İstanbul’ dayım. Tarifsiz duygulanmışım. Ayıpsa da ayıp umurumda değil ağlamaktayım…
Ali Duygu Sağıroğlu – 5 kasım 2016
Çığşar Yaylasında Kan Kardeşliği
Bu gün bambaşka bir yazıyı yazmak için kendimi hazırlamıştım, ama elim varmadı! Resimde gördüğünüz üç kişi ile ilgili, elli yedi (57) yıl evvelki bir anıyı yazmaktayım. Diyarbakır doğumlu Samuel Agop Uluçyan – Sami Hazinses (1925), Trabzon doğumlu, Ali Duygu Sağıroğlu (1932), Yenice, Yüreğir, Adana doğumlu Yılmaz Pütün – Yılmaz Güney (1937) adlarında üç kişi hakkında bir anı… Geçmişi, elli yedi yıl evvel… Başka bir yazıda anlattığım gibi, Atıf Yılmaz yönetiminde, Erman film yapımı, Karacaoğlan’ın Kara Sevdası filmini çekmek için, Çığşar, Andırın, Maraş’tayız.
O zaman Yılmaz mı önerdi, yoksa ben mi, şimdi hatırlamıyorum. Evet kan kardeşi olmaya karar verdik birlikte diyelim. Bugün var mı o işler bilmiyorum, bizim Galatasaray lisesinde de vardı o adet; genç erkekler arasında bir bağlılık yemini gibiydi, birbirimizin kanını emerek bütün yaşam boyunca, sonuna kadar, ne olursa olsun birbirimizin yanında duracağımıza söz verir, sözü mühürlemek için de kanlarımızı içerdik karşılıklı. Gençlik işte, kestik benim hançerle kollarımızı, kan kardeşi oluyoruz, Yılmazla ben, meğer Sami Hazinses bizi karşıdan seyrediyor. Çok severdim ben onu. Mahzun yüzünde, hüzün dolu bir maskeyle dolaşan bir ufak adam… Sessiz duran, kısa boylu, efendi… Adı Sami, ama çevrede herkes, onun aslında Samuel adında bir Ermeni vatandaşımız olduğunu bilirdi. Ama, Samuel ile Sami nin aynı isim olduğunu herkes bilmez. Bize bakıyor sessiz, sanki imrenerek…
Göz göze gelince, “Şimdi ben de sizinle kan kardeşi olmak istesem, beni beğenmezsiniz değil mi?” diye sordu, içini çekerek. “Gel ulan!” diye ikimiz birden bağırdık aynı anda. “O ne biçim söz. Yaklaş, sıyır kolunu uzat hemen”. Yay gibi fırladı geldi anında. Ve üçümüz, bir Ermeni, bir Laz, bir de Kürt, orada Çığşar Yaylası’nda 1959 yılında bir yaz günü akşamında, kan kardeşi olduk keyifle, sevinçle birbirimize sarılarak sımsıkı. Hala onur duyarım. Yaşadıkça da duyacağım. İkisi de gerçekten kan kardeşi oldu bana. Sözümde dururum ben. Hangi dinin, hangi ırkın cennetinde olurlarsa olsunlar onlar hala benim kan kardeşlerim. Ruhları şad olsun.
Ali Duygu Sağıroğlu
İçinden Maraş geçen birbirinden özel diğer filmler için bu yazımıza bekleriz.
Yusuf hocam eline sağlık. Yazını okuduktan sonra filmin çekildiği yerler ve karakterler bir farklı canlandı gözümde. Çalışmalarını ve yazılarını dikkatle takip ediyorum. Kahramanmaraş’ın tarihini ve kültürel farklılıklarını bu kadar güzel araştırıp bizimle paylaştığın için tekrar teşekkür ediyorum.
Tüm emeklerinden dolayı böyle bir çalışma yaptığın için çok teşekkür ediyorum
Yusuf hocam eline emegine sağlık, güzel bir yazı olmuş.