Anadolu’yu Yayan Gezen İngiliz Ajanı W. J. Childs’in Maraş Notları
Güncelleme: 31 Mayıs 2020
Büyük ilgi gören Maraş’tan geçen oryantalist seyyahların notlarını Türkçe’ye çevirip yayınlamaya devam ediyorum. Bu kez sıra 1911-1912 yıllarında yaklaşık altı aylık süre zarfında, Samsun – Halep hattında 2000 kilometre boyunca yürüyerek Anadolu’yu gezen bir İngiliz seyyahta.
Meçhul Seyyah: W. J. Childs
Seyahatinin hemen ardından “Küçük Asya’da Yayan” ismiyle kitaplaştırdığı gezi notlarında W. J. Childs kendisinden hiç bahsetmemiş, ismini dahi açık şekilde yazmamış. Kendisi hakkında bir dönem İngiltere Deniz Kuvvetleri istihbarat biriminde çalıştığı ve tam adının William John Childs olduğu dışında hiçbir bilgiye ulaşamadım. Bu kitabı dışında bir çalışmasına da rastlamadım. Müstear isim kullanan bir İngiliz ajanı olması ihtimalini kuvvetlendiriyor bu durum. Anlayacağınız eski bir James Bond’la karşı karşıyayız.
Kitap ilk kez 1917’de Londra’da yayınlanmış. Ben 2017 Nisan ayında çeviriye başladığımda, kitabın Türkçe çevirisi bulunmuyordu. 2017 haziranında yayınladıktan birkaç ay sonra, kitabın “Yürüyerek Anadolu” ismiyle 2017 yılı mayıs ayında Türkçe’ye tamamen çevrildiğini gördüm. Maraş bölümleri dışında seyahatin geri kalanını Türkçe okumak isteyenler için bu bilgiyi de vermiş olayım.
Yazar metin içinde seyahatini hangi yılda gerçekleştirdiğini belirtmiyor, sadece aylara yer veriyordu. Konunun uzmanı kıymetli bir okuyucunun yazının altındaki yorumu sonrasında kitapta detaylı bir tarama yaparak seyahatin hangi yılda gerçekleştiğini netleştirdim. Yazar anlatımında yıllara yer vermese de İtalyan Savaşı(İtalya-Osmanli Savaşı) başında yolculuğa çıktığını belirtiyordu. Bu durumda Childs’in Ekim ayında koyulduğu yolculuğun başlangıç yılı 1911 olmalıydı.
Her zaman olduğu gibi seyyahların yazdıklarını savunmak ya da eleştirmek için yapmıyorum çevirileri. Maraş’ın doğal ve kültürel hazinelerine ilişkin detaylı tasvirler içeren bu kitaplardaki bilgileri kitaba erişemeyen, yabancı dilde okuyamayan meraklılara ve araştırmacılara sunmak öncelikli amacım. Bir diğer amacım da haklarında çok az bilgi bulunan birkaç yüzyıl önce bilinmeyen sebeplerle ortadan kaybolan bazı tarihi eserlerin akibetlerine ilişkin ipuçları bulmak.
Osmanlı’nın son dönemlerinde çoğu zaman ferman ve izinlerle ellerini kollarını sallayarak gezen seyyahların hakkımızda o dönemler iyi yada kötü ne yazdıklarının bilinmesi de faydalı olacaktır. Unutmayalım ki biz bu kitapları okumasak bile Dünya’nın birçok kütüphanesinde bu kitaplar okunuyor.
Her zaman olduğu gibi kendi görüşlerimi dipnotlarda ya da parantez içerisinde eğik harflerle belirttim. Elimden geldiğince anlamda kaymaya sebep olmadan düz bir çeviri yapmaya çalıştım. Daha geniş konu başlıklarıyla yazılan eserin, kolay okunması için başlık sayısını artırdım. Fotoğrafların tamamı da kitaptan alınmadır.
Bize Destek Olun
Maraş hakında bilgi çoğalsın için uzun uğraşlar sonucunda hiçbir beklenti içinde olmadan bu eserleri sizlere sunuyoruz. Beğendiğiniz yazıları paylaşarak, tanıdıklarınıza önererek ve Maraş Avucumda’yı sosyal medyada takip ederek bize destek olabilirsiniz. Konu hakkında bildiklerinizi, varsa içerikteki eksik ve kusurlarımızı yazının altına yorum olarak belirtmeniz de çok faydalı olacaktır.
Yazımızın giriş kısmı ya da kısa özeti alınıp, tamamı için bu sayfaya bağlantı verilerek kullanılabilir. Yazının tamamının referans verilse dahi başka sitelerde kullanılması hem bizim yeni eserler ortaya koyma şevkimizi kıracak hem de fikri haklarımızı ihlal edecektir.
Metinde geçen yer ve olaylarla ilgili malumatı olanların yazının altına yorum yazmaları içeriği daha da zenginleştirecektir.
Çeviri bölüm burada başlıyor. Keyifli okumalar dilerim.
İçindekiler
Gavur Dağı Geçidi Eloğlu'nda Bir Han Mavi Gölgeli Dağlar Yaşanılası Şehir: Maraş Kutsal Emanet Maraş'ta Amerikan Misyonu Alman Misyonu Maraşlı Bizans İmparatoru Zeytun: Her Yeri Su Köprüden Atılan Müslümanlar Berit'te Gizli Silah Üretimi Bazarluk'ta Bir Han
Gavur Dağı Geçidi
Bahçe’den sonraki durağımız, zorlu Gavur Dağı’nı aşarak ulaşacağımız Maraş’a yirmi mil (otuz iki kilometre) uzaklıktaki küçük bir köy olan Eloğlu (Türkoğlu) idi. Gün doğmadan önce vadi bulutlarla kaplıyken yola koyulduk. Bir at izinden daha belirgin olmayan yol, tepedeki geçide kadar derin ve dar vadinin üstünde asılı yokuşlarda devam ediyordu. Arkamızda bıraktığımız sırtlar tırmandıkça daha da yükseleceğe benziyordu. Vadinin iki yakası ağaçlıydı. Etrafta küçük ekili tarlalar ve yeşilin her tonuna sahip çayırlar vardı. Vadinin tabanında dikkate değer büyüklükte bir nehir birbiri ardına küçük çağlayanlardan düşerek hızla akıyordu.
Bahçe ile Maraş arasındaki en kestirme yol olan bu patika, yayalar tarafından sıklıkla kullanılırmış. Geçitin zirvesinde yoldan biraz uzakta eşkıyalara karşı zaptiyelerin (polis) nöbet tuttuğu beyaz bir bekçi kulubesi bulunuyor. Çam ağaçlarıyla kaplı dağlara bir deniz feneri yalnızlığıyla bakan bu kulübenin önünden geçerken, sırtında asılı tüfeği ile beyaz atının üstünde bir zaptiye yola inerek yanımıza geldi. Eloğlu’na devriyeye gittiğini, akşam tekrar kulubüye döneceğini söyledi. Sonradan zaptiyenin kendini göstermek için yanımıza geldiğini düşünmeye başladım. İki saat boyunca bizden pek uzaklaşmadı. Atını yukarı yamaçlara sürüp ovayı gözledi. Bir süre ardımızda kaldı. Herhalde gitti derken birdenbire ağaçsız alanda atını eşkin sürerken tekrar karşımıza çıktı. Uzun bir süre kaybolduktan sonra üzengiler üstünde ayağa kalkmış halde atını dörtnala sürerken yakınımızdan bir kez daha geçti. Sırtında asılı tüfeği kayışından kopacakmış gibi sallanıyordu. Binicilik yeteneğini bize sergileme amacı yoksa eğer ne yapmaya çalıştığına anlam verememiştim.
Bekçi kulubesinden sonra yol birkaç yüz metre alçalarak bir vadiye iniyordu. Vadiden birkaç kilometre sonra yol, yosun tutmuş bodur meşe ağaçlarıyla kaplı dik bir sırta tırmanıyordu. Meşe ağaçları, yoğun sisin arasında terkedilmiş hayaletlere benziyordu. Dağın yamacında bu iç karartıcı ağaçların arasında bir adam yeni yapılmış mezarı düzenliyordu. Defnettiği cenazenin üzerine toprak atıyor, mezarın etrafını taşlarla çeviriyor ve toprağın üzerine vahşi hayvanları uzak tutsun diye ağaç dalları seriyordu. Cenaze yolda ölü olarak bulunmuş. Yol kenarına defnedilmesi bana çok ilginç gelmişti. İngiliz sezgisi ve adli tıpçı kuşkusuyla daha fazlasını merak etmiştim. Zaptiyelerin haberi var mı? Evet. Merhum Müslüman mıydı? Evet. O halde neden buraya defnettiniz? Bu gereksiz sorgulamam yanıt veremediğim bir soruyla cevaplanmıştı. Nereye defnedelim?
İkinci sırtın zirvesine yaklaşırken kuzeyde Maraş dağlarını, güneyde Antakya’ya kadar uzanan ovayı görmeye başlamıştık. Ova yemyeşil meralar gibiydi. Akan dereleri parlıyordu. Tüm ovaya yayılmış bataklık göl biraz sonra üstünden geçeceğimiz çamurlu yolların habercisiydi. Dolambaçlı dar bir yoldan ancak akşama doğru arazi seviyesine inebildik. Gözalabildiğine yabani çiçeklerle kaplıydı burası. Gülhatmi, anemon, devedikeni kadar büyük şakayıklar, buğday tarlaları gibi yayılmış çirişotları… Yüz metre içerisinde İngiliz bahçelerinde bilinen çiçeklerden bir demet topladım.
Eloğlu’nda Bir Han
Alacakaranlıkta ovaya ulaştık ancak Eloğlu’na daha epeyce yolumuz vardı. Gece bizi yine yolda yakaladı. Karanlıkta yol almaktan sürekli imtina etsem de şimdiye kadar çok az yolu gün ışığında bitirebildik. İhsan karanlığa kalmış olmaktan nefret ederdi. Mustafa ise yola sabah geç çıktığımız için çoktan hiddetlenmiş, suratını asmıştı. Küçük Asya’da (Anadolu) gece yolda olan birisi fener taşımıyorsa eğer postu kolaylıkla deldirebilir. Mustafa gece yolculuğunda hiçbir zaman anlayamadığım bunun çok ötesinde bir endişeye sahipti. Belki de doğaüstü olayların başına geleceğinden korkuyordu.¹
En sonunda belli belirsiz kulübe öbekleriyle Eloğlu ufukta görünmüştü. Başıboş köpeklerin havlaması gelişimizi haber veriyordu. Ekselansları² burada daha önce iki çerkez kavasıyla birikte çok az bir paraya konakladığı, sadece bir tane özel yatağı olan han bulunduğundan bahsetmiş, bana da hancıyla aynı rakam üzerinden anlaşabileceğimi söylemişti. Hana vardığımızda tamamı fakire benzeyen yirmi tane yolcu vardı. Üçü atçılıklarıyla meşhur olmarına rağmen yaya olarak yollarına devam eden çerkezlerdi. Ne kadar ödersem ödeyim bu ortamda odayı özel kullanımım için tutmak mümkün görünmüyordu. Yine de yarım krona (O dönemler 5 şiline tekabül eden İngiltere para birimi) denk gelen yol arkadaşlarımı dahi şaşırtan bir teklifte bulundum. Beklemiyordum ama hancı teklifimi kabul etti.
Diğer misafirlerde öyle bir belirti yoktu ama benim uykum gelmişti. Kiraladığımız özel bölüme geçip yatağa girdim. Hancı da durumu anladığı için herkesin uyuması gerektiğine dair birşeyler söyledi. İki oğluyla birlikte merdiven getirip diğer misafirlerin bir bölümünü yatağımın üstündeki tavan arasına yerleştirdi. Sonra sürekli inip çıkarak beni rahatsız etmesinler diye merdiveni oradan indirip yatağımın önüne benim kontolüme bıraktı. Odadan ayrılırken güldüğü için acımasız bir şekilde çocuklardan birinin kulağını çekiyordu.
Daha önce gülerken hiç görmediğim Mustafa, hancının oğlu gibi gülmeye başlamıştı. Bana mı, hancıya mı yoksa diğer yolculara mı anlayamamıştım. Aralıklarla gülüyordu. Her ara verdiğinde güldüğü şeyin daha da farkına varmış gibi daha güçlü kahkahalarla tekrar gülmeye başlıyordu. Gece yarısına doğru patronuna (yazar kendini kasdediyor) güldüğünü anlamıştım. Yukarıdaki yolcular sürekli aşağıya inmek istiyorlar, her defasında onlar için merdiveni kaldırıyordum. En sonunda merdiveni yukarı bölüme dayalı şekilde bıraktım. İsteyen insin isteyen çıksın. Mustafa yolculuğun sonuna doğru bana bu hikayeyi anlatıp durdu. Sürekli anlattığı diğer hikaye ise iki gün boyunca kendisi at sırtında ilerlerken İngiliz Konsolos’un (Daha önce kavaslığını yaptığı) çamurda yürümesiydi. İlk hikaye Mustafa’ya göre komik ikincisi ise inanılmazdı.
Mavi Gölgeli Ahır Dağı
Ertesi sabah Eloğlu Maraş arasında hava rüzgarsız ve sıcaktı. Kuzeydeki dağlar dışında hiçbir yerde tek bir bulut yoktu. Bu karlı teperlerin üzerindeki inci gibi parlayan, kendileri de yüce dağları andıran devasa kümülüs bulutları, belirgin hatları ve kurşun mavisi gölgeleriyle manzaraya farklılık katıyordu. Dikkatli bakmayanlar bunların bulut olduklarını anlamayabilir, göğe doğru yükselen Himalayalar kadar yüce dağların karlı zirveleri sanabilirdi.
Bu masalsı dağların mavi eteklerinden bir tanesinde Maraş şehri bayırlara serpilmiş bahçe ve bostanları, yoğun güneş ışığında parlayan beyaz yapıları ve minareleriyle yükseliyordu. Tam dört saattir bu manzaraya karşı yürüyorduk. Yaklaştıkça dağların manzarası gözümde daha da büyüyordu. Şehrin arkasında maviye ve yeşile çalan bayırlar yükseliyordu. Sonrasında sel yarıklarını dolduran çizgi şeklinde kar yığınları ve ardından bulutlara kadar yükselen aralıksız karla kaplı tepeler. Dağların üstünde yükselen dağlar gizliydi bu bulutlarda sanki. İçinde Alp’leri gizleyecek kadar derin vadiler olmalıydı oralarda. Birisi bana daha önce böyle harikulade bir dağ manzarası gördüğünü söylese muhtelemen inanmazdım. Maraş’a girerken gördüğümü sandığım bu manzara, şehirden ayrılırken gerçek manasını bulacaktı. Buluttan eser olmayan bir günün sabahında Maraş’tan ayrılırken gördüğümüz yaklaşık 8000 feet (2440 m) yüksekliğindeki Ahır Dağı çok ehemmiyetsiz görünmüştü.
Maraş’a girerken önce pirinç tarlaları ardından bahçeler ve son olarak sıcaktan kavrulan dar sokaklardan geçtik. Şehirde temiz, badanalı taş bir han bulduk. Avlusu kervan ve yolcuların deve, at ve eşekleriyle doluydu. Saat tam üçtü ve güneş öyle şiddetliydi ki geçen yıl tüm yaz boyunca böyle bir sıcaklık hissettiğimi hatırlamıyordum. Odabaşı elinde bir bağ eski zindanlarınkine benzeyen anahtarla geldi. Taş zeminli bir oda gösterdi ve yaklaşık iki pound (900 gram) ağırlığındaki anahtarını bana teslim etti. Yaklaşırken gördüğüm dağlar, renkli ve kokulu dar sokaklar, çanlar ve bu hoş han sayesinde Maraş’ın sonsuza kadar süreceğe benzeyen cazibesine kapılmıştım.
Az Bilinen Güzel Şehir: Maraş
Maraş Osmanlı’nın ana yollar üzerinde bulunmayan diğer şehirleri gibi… Buraya başka yere giderken yolunuz düşmez. Maraş’ı görmek istiyorsanız Maraş’ gelmekten başka çareniz yok. Dahası şu ana kadar uygun yollar yapılamadığı için Maraş’a araçla ulaşmak da mümkün değil. Nadiren şehir içinde kullanılan araçlar olduğunu duydum. Genellikle hayvan sırtında ya da yaya ulaşılabiliyor Maraş’a. Bu sınırlı ulaşım imkanları dolayısıyla Maraş, Anadolu’nun diğer yerlerinde ve dış dünyada pek bilinmez.
Durum böyleyken Maraş, yolu kendine düşenleri genişliği, temiz sokakları ile fazlasıyla şaşırtır. Adı Anadolu’da daha fazla bilinen şehirlere göre çok daha yaşanabilir bir yerdir burası. Küçük Asya’nın güney dağlarının Suriye ve Mezopotamya ovalarıyla buluştuğu Ahır Dağı’nın eğimli güney eteklerinde kurulmuştur. Şehrin en yüksek noktası ovadan yaklaşık iki yüz metre yüksektedir. En alçak noktası ise yaklaşık yüz metre… Bütün pirinç yetiştirilen bölgelerde olduğu gibi Maraş’ta da sıtma tehlikesi nedeniyle sakinlerin çoğu belirli bir rakımdan yüksekte yaşamayı tercih ediyorlar. Belirli rakım arasında uzanan şehir karlı Ahır Dağı’nın beline dolanmış bir kuşak gibi adeta.
Maraş’tan güneye doğru bakıldığında, sol tarafında ağaçlı tepeler sağ tarafında ise koyu çam ormanlarıyla kaplı Amanoslar’ın – bir diğer adıyla Gavur Dağlarının – bulunduğu Antakya’ya kadar uzanan ova görülür. Şehrin yakınında ova batıya kıvrılır ve bir tarafı Amanoslar’a kadar uzayan yaklaşık 13-16 kilometre genişliğinde engin bir vadiye benzer. Nehirlerin kıvrılarak aktığı ovanın büyük bölümü yeşil pirinç tarlalarıyla kaplı. Yemyeşil ovası ve tepeleri, pırıl pırıl akan nehirleri, etrafını saran mavi dağları, Ahır Dağı’ndan inen dereleri, Suriye çöllerinden gelen iklim ve hava koşullarıyla Maraş Türk şehirleri arasında yaşanabilirlik konusunda müstesna bir yere sahiptir.
Bu doğal güzelliklerin arasındayken, yüklü deve ve eşeklerden kaçıp kendinizi düzensiz dar sokaklarda, ışık hüzmelerinin kasveti dağıttığı, parlak renkli giysileri ile oryantal figürlerle dolu kokulu pazarlarda gezerken bulabiliyorsunuz. O zaman anlıyorsunuz geleneksel doğunun merkezine yaklaştığınızı. O anda bu şehrin Suriye’de bir yerde olduğuna dair şüphelenmeye, bu fikrinizi destekleyecek kanıtlar aramaya başlıyorsunuz. Mütemadiyen bulunduğunuz yer sizi yeterince tatmin ediyor.
Maraş’ta antik hiçbir kalıntı yok. Ortaçağ’a ait birşeyler de göremedim. İnsanoğlu buraya hatırlanmayan bir tarihte yerleşmiş olmalı. Hitit heykelleri bulunmuş. Maraş ismi Asurca. Roma döneminde ismi Germanicia imiş. Sonraki dönemlerde Bizans, Araplar, Ermeniler, Mısırlılar ve hatta Haçlılar bölgeye hükmetmiş. Şu anda 50-60 bin civarı nüfusa sahip. Yarısı çalışkan Ermeniler diğer yarısı fanatik müslümanlar. Kayseri Anadolu’daki en fanatik şehir olarak anılır, Maraş ise genellikle ikinci sıradadır.
Peygamber’in Saçı
Bu ünü gösteren bir olaya Maraş’ta şahit oldum. Şehrin çoğu beyaz giyinmiş müslüman sakinleri caddeleri doldurmuş kalabalık gruplar halinde yürüyordu. Pencereler, çatılar, sokak köşeleri ve diğer seyir noktaları bu özel anı izlemek isteyenlerle doluydu. Askerler gösteri düzeninde kalabalıkla aynı yönde ilerliyordu. Tüm belirtiler bunun bir Müslüman Bayramı olduğunu gösteriyordu. Hiç de neşeli olmayan bir bayramı… Kahkahayı bırakın, küçücük bir gülümseme bile yüzler de yoktu. Erkekler parlayan yüzleriyle, kendi aralarında kısık sesle konuşarak, aşina olduğum ancak izah edemeyeceğim bir ruh haliyle ilerliyorlardı. Sokakta çok az hristiyan vardı. Ermeni evlerinin kapıları kapalıydı. Kalabalığın içine karıştığımda daha güvenli olacağını düşünerek kameramı sakladım. Temiz beyaz kıyafetleri içerisinde aşka gelmiş Müslüman Maraş’ın bu sıradışı anını fotoğraflayamadım.
Bugün Muhammedi (Müslüman) Maraş’a İstanbul’dan yüksek mertebelerde saygı gören, sadık nüfusun önem verdiği bir kutsal emanet, Arap Peygamber’in sakalı gelmiş. Şeyhler, mollalar, ilahiyat öğrencileri, askerler ve Osmanlı Parlamentosu üyelerinin eşlik ettiği alayla getirilen kutsal emanet, fevkalade hürmetle kabul edilmişti. Bu bastırılmış hararete sahip kalabalıkları görünce, şehirdeki hristiyanların nasıl bir yanardağ üzerinde yaşadıklarını farkettim.
Irkçı ve dinsel nefretin giderek arttığı bu topraklar kötü günlerin eşiğindeydi.
O sıcak sabahta beyaz elbiseleri içerisinde Peygamber’in saçını bekleyen ateşli kalabalık, Müslüman Maraş’ın resmini çok iyi yansıtıyordu. Hristiyan Maraş’ın bambaşka bir görüntüsü vardı. Dışarda çok fazla bilinmeyen bu toplum sessiz sakin işlerinde güçlerinde idiler. Şehrin Ermeni kısımlarını gezip daha çok gördüğünüzde sizi daha fazla etkiliyor, Ermeni toplumunu daha iyi anlamanıza yardımcı oluyordu. Bu farklılığı küçük dükkanında halı dokuma tezgahı önünde harıl harıl çalışarak müşterilerini bekleyen esnafta görebiliyor, kulübelerin açık kapı ve pencerelerinden gelen, durmaksızın çalışan bez dokuma tezgahlarının sesinde duyabiliyorsunuz. Küçük çocukların tezgahta gerili halı ve kilimlere attıkları düğümlerle motifleri tamamladıklarını, utangaç bir şekilde işlerini bırakana kadar izleyebiliyorsunuz. Metrelerce uzunlukta Maraş bezini imal edilirken ve genç kızların Maraş ismiyle anılan nakışları işlerken görebilirsiniz. Neticede, Maraş Ermenileri zanaatkarlıkla geçinen insanlardı.
Amerikan Misyonu
Maraş’a girerken şehrin üst kısımlarında Amerikan Misyonu olduğunu düşündüğüm kocaman binalar görmüştüm. Şehirdeki ikinci günümde oraya gittim ve gerçekten misyonun orada olduğunu öğrendim. Gösterişli bir arazide kurulan misyon binaları ile Ahır Dağı arasında başka bir yapı yoktu. Maraş’ta bulunduğum süre içerisinde burada bulunan Kız Kolejinde misafir edildim. Çalışanları da dahil her şeyiyle bu ücra Türk şehrinde kurulmuş bir Amerikan okuluydu. Büyük amacı ve öğrencileri asimile edecek tınısı, tarzı ve atmosferiyle kendi türündeki okullara bile benzemiyordu. Kapısından adım atan herkesi şüphesiz etkiliyordu. Mobilyaları, piyanoları ve sıcak su aletleri dahi Amerikan olan bu okul Müslüman kızları da etkilemek için özel çaba harcamış ve şehirdeki diğer milletlere ait misyoner okullarından bu konuda daha başarılı olmuştur. Müslüman öğrencilerin misyoner okullarına gitmesi çok zordur. Bu konuda yakalanan en küçük başarı dahi çok kıymetlidir.

Misyonun yakınında bir Ermeni Yetimhanesi bulunuyor. Acı olayların neticesinde açılan bu yetimhanenin idarecisi İskoç hanımefendinin hizmetleri ülke genelinde ayrıcalıklı bir yerde bulunuyor. Ansızın patlak veren böyle olaylardan sonra ilgilenilmediği takdirde perişan olacak yetimler ortaya çıkar. Burada yedirilip giydirilen yetimlere kendi ayakları üzerinde durabilecekleri şekilde ticaret ve meslekler öğretilmektedir. Burada yetimleri büyük maharetle halı ve nakış işi yaparken görebilirsiniz.
Alman Misyonu
Maraş’ta bir Alman Misyonu da mevcut. Burayla çok fazla ilgilenen Ekselansları² bana Bahçe’de buraya teslim edilmek üzere bir mektup vermişti. Alman Misyonu ulusal faaliyetlerin en kuvvetli şekilde icra edildiği Alman alametlerinin hepsini barındırıyordu. Mükemmel şekilde uygulamaya çalıştıkları disiplin baskı hissettiriyordu. Katı kurallarla yönetilen bu misyonda, hiçbir şey şansa bırakılmıyordu. Kişisel değerlendirmeyle alınan kararlar ise çok azdı.
Özellikle kurallar, formüller ve bilim içerisinde mükemmeliyetin peşinden koşan Alman Hastanesi‘nin bunaltıcı atmosferi Alman İmparatorluğu’nu çok iyi temsil ediyordu. Nispeten küçük olan hastane, düzenli çalışan bir makinaya benziyordu. Amerikan hastanelerindeki kabataslak geçici önemler burada hiç yoktu, hatta bilinmiyordu.
Bu hastanenin müştemilatlarında hasta yığınları biriktirecek kapasiteye nasıl geldiğini hayal edemezsiniz. Oysa Merzifon’da bulunan Amerikan Hastanesi’nde cerrahlar hızlı şekilde ameliyatlar yapıyordu. Bu halde bile Alman Hastanesi’nde doktorlar ve hemşireler tıbbın en güncel bilgileriyle hastalara ilgiyle müdahale ettiklerine halkı inandırmıştı. Kurallar, formüller ve bilim işe yararsa hasta kurtuluyor, değilse kesin bir şekilde toprağı boyluyordu. Tüm bunları göz önünde bulundurduğumda ciddi şekilde hasta olsam Maraş’ın kauçuk su yatakları yerine Merzifon’un hasır yataklarında tedavi edilmeyi yeğlerdim.
İsauryalı Leo
İsauryalı Leo‘un bu topraklarda doğduğu iddia edilse de bazıları Ermeni kanı taşıyan³ bu büyük Bizans İmparatoru’nun daha uzaklardaki dağlardan olduğunu söyler. Bu uzak diyarlarda yaşayan Ermeniler, başka yerdekilerin aksine savaş sanatında ileriye gitmişler, kendi içlerinde birliği ve dayanışmayı sağlamışlar. Küçük Ermenistan’ı kuranlar bu topraklardan, Zeytun ve Haçin’den çıkmışlardır. Buna rağmen günümüzde Zeytun’da bu ruh zorlukla hayatta kalma mücadelesi vermektedir. Zeytun Maraş’ın 65 km kuzeyinde bulunan, bölgesinin merkezi konumunda, etrafındaki birkaç yerleşimden ancak dağ yollarıyla erişilebilen küçük bir kasaba. Zeytunlular Müslüman yöneticilerine her zaman sorun çıkarmışlar. Şu anda da bölgede rahatsızlığın hakim olduğu, Ermenilerin Türklerin sürülerine saldırdıkları, ordunun aradığı yüzlerce kaçağı barındırdıkları söyleniyor. Türk yetkililer bölgede çıkması muhtemel isyana karşı Maraş’ta askeri birlikleri topluyorlardı. Buna karşın Zeytunlu Ermenilerin imkansız diye birşey tanımadıklarını, bir zamanlar gitmek zorunda oldukları Halep’ten bile Maraş’a yürüyebileceklerini içeren tehdit mektuplarını Maraş’a yolladıkları söyleniyordu.
Bölgedeki toplam nüfus yirmi bini geçmese de ortalığı karıştırmak, seslerini duyurmak ve tehdit etmek için Zeytunluların sayıları yüzbinlere ulaşabilirdi. Zeytun’da Küçük Asya’nın diğer bölgelerindeki hikayelerden daha vahşilerini işitebilirsiniz. Halep’ten Kayseri ve Kilikya kapılarına kadar haraca bağlayan Ermeni eşkıylarının meskeni olan “Hırsızlar Koğuşu“, Ermeni isyancıların Türk yetkililere tattırdıkları yenilgiler, Ermenilerin Zeytun dışında başka yerde gerçekleştiremedikleri Türk camilerini nasıl yaktıkları, erkekleri dışardayken şehri koruyan Zeytunlu kadınların, Kudüs Alayı’nın üç yüz esirini kendi kontrollerine bırakması gibi. Tüm bu hikayeleri dinledikten sonra bu dikkate değer insanları yerinde görmek için Zeytun’a gitmeye karar verdim.
Amerikalı bir arkadaşımla gerekli izinleri almak için Maraş Valisi’ne uğradık. Aşağıya baktı, düşünceli şekilde elindeki kalemiyle burnuna dokundu, bir zaptiye nezaretinde Zeytun’a gidebileceğimi belirtti. Zaptiyenin görevinin beni izlemek ve yaptığım çalışmalar hakkında ilgili yerlere malumat vermek olduğu noktasında hiç şüphem yoktu.

Günışığı, hava, geniş ova ve dağların oluşturduğu şimdiye kadar başka yerde görmediğim manzaranın bulunduğu güzel bir sabah Maraş’ı terkettim. Zaptiye ve Mustafa at üstünde, ben ve iki Zeytunlu rehber yayan. Zeytun’a giden iki yoldan kısa ve yüksekte olanı hala karla kaplıydı. Bu nedenle iki günümüzü alacak ancak ulaşımı daha kolay olan aşağıdaki yolu seçtik. Bu yol 16 kilometre boyunca batıya doğru ovanın kıyısını takip ediyor, Kilikya Ovasındaki muazzam yatağına kavuştuğu yerde yüksek eğimli tek açıklığa sahip bir Arap köprüsüyle Ceyhan’ı geçiyor ve sonrasında kuzeydeki dağlara yöneliyordu. Tepemizde parlayan güneş ve masmavi gökyuzu altında yol alırken yeşil vadilerin arasındaki nehir ve derelerden geçtik. Birbiri ardına sıralanan küçük sırtlara tırmandığımız zamanlarda Zeytun’un eteklerine tutunduğu karla kaplı Berut Dağı bizi kuzeyde selamlıyordu. Akşam üzeri çam ağaçlarının arasından iki nehrin kavuştuğu yeşil bir vadiye indik. Uyumayı düşündüğümüz köy ile aramızda kalan Gureddin’i (Güredin) sel almıştı.
Çok hızlı akan nehirden atlar bellerine kadar suya batmışlardı. Nehrin ortasında Mustafa’nın atı tökezleyip düşünce hem at hem de Mustafa suda büyük bir tehlike içindeydiler. Sırtındaki yükler su aldığı için at ayağa kalkamıyordu. Mustafa ileri atılıp kurtulmak isterken hayvanın boynunun altında kalmıştı. Tek görebildiğim, zaten çuval gibi bol olan, suyla birlikte iyice şişince ters yüz edilmiş şemsiyeye benzeyen pantolonuydu. Neyseki rehberler ve köylüler yardıma koşarak her ikisini de akıntıdan alıp kıyıya ite kaka ulaştırmayı başardılar. Geceyi bir rahibin kulübesinde geçirdik. Bir aziz resminin önünde yanan mum ışığının etrafında Rumlar, Ermeniler ve en az iki Müslüman bir aradaydı. Hritiyan geleneklerine ait bu odada Müslümanların da bulunması tarif edilemez bir ortam oluşturmuştu. Müslümanlar kafaya takmamış diyebilirsiniz belki ama odanın havasında bastırılmış endişeler hissediliyordu.
Ertesi sabah Güreddin’den akıntının tersine doğru tırmandıkça nehir yatağı üzerinde cılız çalılıklar bulunan yüce yekpare kayalıklar arasında bir kanala dönüşmüştü. Tek tük çam ağaçlarının bulunduğu bu dağlar Küçük Asya dağları gibi dik ve yuvarlak olsa da genellikle çıplak kaya idi. Patika aniden yeterince uyarı bulunmayan Zeytun bölgesine çıkan en zorlu geçitlerden bir tanesine ulaşmıştı. Bu dar boğazda 300 metre belki de daha yüksek olan siyah yalçın kayalıklar arasından süt beyazı Zeytun suyu akıyordu. Yağmurla yağıyordu. Arazinin üst tarafından sanki başka geçecek yeri yokmuş bir burası kalmış gibi kuvvetli bir rüzgar esiyordu. Patika, kıyısına gelip aşağıya baktığınızda kasvete sokacak kadar nehirden yüksek üzerinde makiliklerin bulunduğu bir kaya parçasına çıkmıştı. Aşağıdan Japon Cüce Sincapları kadar küçük görünüyordu bu ağaçlar. Zeytun çeteleri, 10 tane tüfekli adamın rahatlıkla 1000 kişilik orduya üstün geleceği bu dar geçidi, kontrol altında tutmakta hiç zorlanmamışlardır. Tam da bu nedenle askeri yol, bu geçit yerine Maraş’ın arkasındaki dağ silsilesini dolaşıyor olmalı.
Güzergahtaki tek zorluk bu dar geçit değildi. Yolun devamında bütünüyle çıplak kayalardan oluşan ama belirli yerlerinde çam ağaçları bulunan dik tepeler var. Yağışlarla birlikte aşınan kayalar un ufak hale gelip yolu yürünmeyecek kadar kaygan hale getiriyordu. Mum yağını andıran bu zeminde dik bir yokuşu tırmanmaya çalışmadığınız müddetçe üzerinde durmasının ne kadar zor olduğunu anlamak mümkün değil. Zikzak yaparak kıvrıla kıvrıla çıkmaktan başka çaremiz yoktu. İlerde inanılmaz derecede eğimli tepeleri inip çıkarak devam eden taşla kaplı bir yola ulaştık. Sonrasında öğrendim ki; bu yolun savunmadaki önemini kavrayan Zeytunlular kendileri için sadece bir tek adamın sığacağı genişlikteki bu yolu yapmışlar. Türk askerlerinin Zeytun tarafına ulaşmasını engellemek için de geçide kadar yolu bilerek devam ettirmemişler. Habercim bu yolun Zeytunlular’a teslim edilen Amerikan yardımıyla yapıldığını da anlatmıştı. Bu zorlu tepeleri geçtikten sonra yol vahşi dağların arasına ulaşmıştı. Etrafımızda Zeytun Suyu’na dökülen onlarca şelale vardı.
Zeytun
Saat dörtte basamaklar gibi birbiri üstüne bulutlara kadar yükselen evler uzaktan görünmüştü. Yağmur ve sis gelecek karın habercisi gibiydi. Evlerin üstünde yükselen siyah kayalık gerçek olamayacak kadar masalsıydı. Belki de etrafımın devasa uçurumlarla çevrili olduğuna dair bir ipucuydu.
Zeytun zeytin demek. Kasabanın görülmeye değer zeytin bahçeleriyle dolu olduğu zannına kapılabilirsiniz ama etrafta tek bir zeytin ağacı dahi görmedik. Buralarda Zeytin ağacının bulunmadığı, hatta hiç kimsenin eskiden bu bölgede zeytin ağacının bulunduğunu hatırlamadığı da bize kasabada söylendi. Bulutlu ve aşırı yağmurlu havada seyrettiğim Zeytun, etrafını saran çoğunlukla bulutlar arasındaki yüksek tepelerle oldukça vahşi ve ürkütücü görünüyordu. Yağmurlu havalarda bu kadar bol suyun aktığı başka bir yerde yoktu. Kapılarından kasabaya girdiğimde, taş döşeli dar sokaklardan dereler akıyordu, çatılardan sular boşalıyordu, caddelerden su kaynıyordu. Ayaklarım suyun içerisinde ilerlemeye çalışırken tepeme her yerden su boşalıyordu.
Bu koşullar altında kasaba içine doğru 100 m bile ilerlememişken avlulardan, dükkanlardan ve sokak aralarından çıkan kalabalık etrafımı sardı. İhtiyar erkek ve kadınlar elimi öpüp ağladılar. Sebebi belirsiz bir trajedi yaşadıkları anlaşılıyordu. Sonradan okul müdürü olduğunu öğrendiğim İngilizce bilen bir adam beni Zeytun’a gelen önemli kişileri ağırladıkları Gregoryen Kilisesi’ne götürmeyi teklif etti.
Beni karşılamalarındaki çoşku ve iştiyakı sonradan anlamıştım. Zeytun sakinlerine göre geleneksel düşmanları ile savaş kapıdaydı. Benim, çıkacak savaş için buraya geldiğimi düşünüyorlardı. Gelişimden birkaç gün önce Zeytun’un Türk Yöneticisi bir grup askerle birlikte yakın bir köyde saklanan Ermeni kaçakları kıstırmış. Kaçaklar köydeki öfkeli Ermenilerle bir olup Türk birliğine kayıp verdirerek geri püskürtmüş, yöneticiyi de vurmuşlar. Buraya geldiğim günün sabahında ise Beyrut’un İtalyan kruvazörler tarafından bombalandığı haberi geldi. Zeytunlulara göre her iki olay kaçınılmaz akıbetlerinin habercisiydi: Türkler önceki günlerde yaşanan askerlere saldırı ve idareciyi vurma olayını gerekçe göstererek Zeytun Ermenilerini yok etmek isteyeceklerdi. Bir İngiliz yetkili olarak tam da bu olayların ertesinde bölgeye gelişimin, onları korumak ve kollamak için olduğunu düşünüyorlardı. Kim bilir arkamdan kimler gelecekti. Sonraki süreçte denizden Zeytun’a bir ordunun ne kadar sürede erişebileceğini hesaplamam için bu yolculuğa çıktığıma dair Zeytunlular arasında yayılan söylentiler de kulağıma geldi. Bu ortam içinde ne kadar erken ayrılırsam o kadar iyi olacağını anladım.
Buraya gelmeden önce Maraş Valisi’nden ön bilgiler aldığım Zeytun Yöneticisi ile görüşmek istedim ama kendisine ulaşamadım. Bunun üzerine Kapadokya’nın mağara köylerine benzeyen dar ve rüzgarlı geçitlerden geçerek beni dostça karşılayıp ağırlayan Ermeni Protestan Papaz’ın evine vardım. Ermeni kasabaları her zaman Türk kasabalarından temiz olur. Ermeni Papazların evleri de özellikle şehirdeki en temiz evlerdir. Amerikan fikir ve geleneklerine bağlılıkları nedeniyle de evlerinde batı tarzının etkileri görülür. Böyle bir papazın evindeydim ama bahsettiğim etkiyi göremedim. Ev sahibimin hanesi bütün kasabadaki Zeytun evlerinin bir örneği olduğuna kesinlikle kanaat getirdim. Papazın evi çok temiz, iyi döşenmiş ve konforluydu. Alışılmışın dışında küçük lüks bir Türk hamamı da evde bulunuyordu. Zeytun’un en kuzeyinde yer alan ev, yamaca kurulmuş bir bungalovdan farklı görünmüyordu. Kendi dilimin konuşulduğu bu evde, raflarında İngilizce kitapların yer aldığı bir odada uyudum.
Ertesi sabah hava yine yağmurlu ve bulutlarla kaplıydı. Zeytun’un dik bir yamacında kurulu olduğu üç bin ya da üç bin üç yüz metre yüksekliğinde Berit Dağı yine görünmüyordu. Öğleden sonra ayrılacağım için şehirde dolaşacak kadar vaktim vardı. Şehir Zeytun Suyu’nun derin vadisine doğru uzanan bir kaya kütlesi üzerine kurulmuştu. Bu kayalığın her iki yanında da daha küçük vadiler ve akarsular vardı. Kayanın en yüksek noktasında kale bulunuyordu. Bir tarafı uçurum olan kalede bazı odalar boşluğun üzerinde asılı duruyor gibiydi. Diğer odalar ise geriye doğru uzanan teraslarda inşa edilmişti. Kalenin arkasında bulunan şehir birbiri üstüne asılı duran basamakları andıran evleriyle deyim yerindeyse bulunduğum hava koşulları nedeniyle bulutların içinde kayboluyordu. On bin gibi mütevazi bir nüfusa sahip olduğu söylenen Zeytun bu ölçekte bir şehir için çok etkileyici bir görüntüye sahipti. Ara ara beyaza boyanmış gri evleriyle Zeytun, bulutların arasına saklanmış devasa bir şehir gizemi taşıyorlardı. En tepede görünen evler birer birer sisler arasında gömüldükçe zihin de diğer evleri birbiri üstüne yığıyor sonu bilinmeyen şehir algısını pekiştiriyordu.
Şehrin sokaklarında arşınlamak da aynı belirsizlik hissini uyandırıyordu. Hiç bir yerde on metreden daha uzun düz bir geçit ya da yol yoktu. Bir bakmışınız aşağı tarafta ayaklarınızın altında kırmızı çatılar ya da toprak damlar uzanıyor. Bir bakmışınız diğer tarafta onlarca metre yüksekliğinde tepelerinde sakince asılı bekleyen evler bulunan düz duvarlar yükseliyor.
Bu gri yükselen şehirde sokaklar ve geçitler bazen çatılara çıkıyor. Birçok sefer değişik seviyedeki çatılardan sürünerek ve emekleyerek bacalar arasında ilerledim. Rehberim herkesin her gün kullandığı yolda olduğumuzu birkaç kez teyit etti.
Kalede dolaşırken havadar, iyi aydınlatılmış bir odaya girdim. Pencereden aşağı baktığımda odanın uçurumun önünde, taş duvarlarla çevrili bir bağın yaklaşık 60 metre üstünde boşlukta durduğunu anladım. Zeytunlular bu tarz odaları çok seviyorlar. Bazılarının aşağıya doğru kaydığını gördüklerinden odayı alt bölümden kayalıklara dayadıkları payandalarla desteklemeye başlamışlar.
Köprü
Bazen bulutların ve sisin arasında dağ geçitlerinden birinin sırtında yükselen bir çizgi görüyordum. Şehrin üstünden bakan bu yapının ne olduğunu kimseye sorma ihtiyacı hissetmedim. Bu ortaçağdan kalma bir kale değildi. Modern silahlarla donatılmış buhranlı dönemlerde bulunan Zeytunlular’a haşmet göstermek için inşa edilen yeni bir hisardı. Zeytunlular bir nesil önce burayı kendi ellerine geçirdiklerini gururla anlatıyorlardı.
Hisarın ele geçirilmesi Zeytunluları bir araya getiren Köprü ruhunun oluşmasına da sebep olmuş. Bölgeye gelen tüm ziyaretçilerin eninde sonunda yaptığı gibi bir dönem Zeytunlu kadınların içlerindekini dışa vurdukları altından nehir akan otuz metre derinliğinde bir vadiye kurulan bu ahşap, dar ve sıska köprüye ben de gittim. Zeytun’un gururu olan bu Köprü, kasabada bulunan diğer birçok köprüden farklıydı. Kudüs Taburu trajedisine sahne olmuş burası. Hisar zapt edildikten sonra Ermeni erkekler savaşmak için şehirden ayrılmış. Kaledeki Müslüman esirler Zeytunlu kadınların eline teslim edilmiş. Bu kadınların esirlere yaptıklarına ne düzeyde bir öfke ve öç alma duygusunun sebep olduğunu söylemek gerçekten çok zor. Zeytunlu kadınlar esirlerin tamamını bu köprüye sürüklemiş ve teker teker aşağıda çağlayan dereye atmışlar.
Bu acımasız intikamda yer alan bazı kadınların hala hayatta olduğu söyleniyordu. Zeytunda bu Ermeni kadınlardan bazıları bulup, Köprü’yü ve diğer hikayeleri doğrudan kendi ağızlarından dinlemeliydim ama kısa ziyaretimde buna vakit bulamadım.
Berit Dağı’nda Gizli Silah Üretimi
Zeytun’da herkes silahlıydı. Yol üstünde av tüfeği boynunda asılı bir adam görmek gayet sıradandı. Yivli tüfekleri genellikle göz önünde bulundurmuyorlardı. Fişekler için çok kolay olmasına rağmen tüfeklerin kaçak yollarla kasabaya ulaştırılması çok zor olduğundan; Zeytunlular kendi silahlarını gizlice Berit Dağı’ndaki mağaralarda üretiyorlarmış. Ne tür silahları kendileri üretiyor diye merak ederken yerli üretim olduğunu söyledikleri bir tüfeği gösterdiler bana. Tuhaf görünümlü düz kundağı ve şaşalı diğer tüm parçaları dışında bu silah tam olarak Peabody Martini’ydi. Söylendiğine göre Zeytunlu silah ustaları bir tüfeği alıp, aslı kadar olmasa bile yeterince iyi ateş edebilen suretini el işçiliğiyle imal edebiliyorlarmış. Zeytun çarşısında küçük bir dükkanda çalışırken izlediğim ustaların silahları da yapabileceklerini sanıyorum.
Zeytunlular kendilerine Küçük Asya’nın İngilizleri diyor. Daha doğru bir benzetme Karadağlılarla olurdu muhtemelen. Zeytun’un bu küçük Balkan ülkesi ile çok daha fazla benzer yönü var. 600 yıldır Ermeni yurdu olarak bilinen kasaba ve bölgede Ermeniler birliği sağlamış ve sonradan gelenlere hükmetmişler. Son yarım yüzyıldaki Osmanlılara karşı gösterdikleri mücadele dikkate değer. Türkleri birkaç kez mağlup etmişler. En azından bir kez daha önce anlattığım üzere Türklerin kendileri için yaptıkları kaleyi zapt etmişler. Bir keresinde de Osmanlı’nın 30.000 civarında düzenli birliği ve Elbistan’dan gelen büyük bir Çerkez grubuyla mücadeleye girmişler. Bu mücadelede Zeytunluların tamamı neredeyse ortadan kaldırılmış. Çok azı İstanbul’da bulunan İngiliz ve Fransız büyükelçilerinin doğrudan müdahalesi ile kurtulmayı başarmış. Amerikan Sivil Savaşı Gazisi, o dönemler Tarsus’ta bulunan St. Paul Koleji’nin müdürü Amerikalı Misyoner Dr. Christie, tüm telgraf hatları kopuk olduğundan at üstünde Maraş’tan Halep’e 210 km’lik yolu 24 saatte katederek İngiliz Askeri Konseyi’ne ulaşmış, o dönem Ermenilere karşı girişilen kıyımı bildirmiş ve İngilizler ile Fransızların olaya müdahil olmasını sağlamıştır. Bu olay Zeytun tarihinde çok önemli bir yer tutar. Bu mücadelelerle, Zeytun eşkıyaları hakkında kitap dolduracak kadar hikaye var.
Zeytunlular duruş ve tarz olarak tarihlerine çok bağlılar ama atalarıyla bu yönden tam olarak zıt noktadalar. Gurur, haysiyet ve korkusuzlukta Arnavut dağlılarına benziyorlar. Ermenilerin çoğu Zeytunlular gibi birliği sağlayıp, kişisel çıkarların ötesinde yüksek duygulara sahip olsalardı Küçük Asya’da bugünkü Ermeni sorunu yaşanmazdı. Aynı sebeplerden ötürü bugünkü Rum sorunu da…
Zeytunlular bugünkü savaştan kendilerine büyük bir felaket getirse de cesaret ve girişimleriyle çıkmayı başarmışlar. Türkler zorlama, müzakere ve sözlerle Ermenileri Zeytun’dan çıkarıp başka yerlere göndermeyi başarmışlar. İçlerinde evinde kaldığım Protestan rahibin de bulunduğu bir grup bir şekilde Akdeniz kıyısına kaçıp, Amanos dağlarında kendilerine üst kurup gelen Türk saldırılarına burada karşılık vermeyi başarmışlar. Zeytun ruhuna uygun şekilde bazı dönemlerde en iyi savunma tekniği saldırıdır diyerek Türk hatlarına doğru karşı atağa geçtikleri de olmuş burada. Dağda dalgalanan bir bayrak, hazırda bekleyen işaret ateşi ve denizden geçen İngiliz ve Fransız savaş gemilerinin görmesini umdukları yardım çağrısı yazılı bir levha ile haftalarca orayı savunmuşlar. Durum kötüye gitse de umutlarını yitirmemişler. En sonunda bir Fransız gemisi bayraklarını ve mesajlarını görerek kendilerine yardımı ulaştırmış. Elbistan dağlarından geriye kalan bu dayanıklı Ermenileri güvenli bir şekilde Kıbrıs’a indirmişler. Kendi ırkına faydalı olmak isteyen bir Ermeni, büyük iddialara, ahmakça efsanelere ve dini çekişmelere bulaşmadan, özellikle son elli yıla ait Zeytun’un kısa tarihini derlemelidir. Küçük Asya’da bir benzeri olmayan hikayenin kendini anlatmasına müsade edilmelidir.
Aynı gece Güreddin’in üstünde yeşil bir vadide kurulu isimsiz bir Ermeni köyüne ulaştım. Ertesi sabah Maraş’a vardım.
Maraş’tan sonraki durağım 80 km güneydoğuda bulunan Fırat Nehrine 40 km uzaklıktaki büyük kasaba Antep’ti.
Yeşil pirinç tarlaları arasında, tepesi karla kaplı mavi ve yeşil Ahır Dağı sürekli solumda yer alarak inişli çıkışlı arazide ilerledim. Etrafta hayvan sürüleri, dağınık makilikler ve göçerlerin alçak siyah çadırları vardı. Daha önce başka hiçbir yerde bu kadar fazla göçebe çadırı görmemiştim. Kışları sert geçen bu bölgede önümüzdeki dönemlerde çadırlarını söküp doğunun yüksek dağlarındaki serin yaylalara yazı geçirmek için gidecekler. Şu anda ovanın tek sakini olan göçerler sürüleri, çadırları ve tüten ateşleri ile eşsiz bir manzara oluşturuyor. Burası böyle çadırlarda yaşamış yaşlı İbrahim’in toprakları olan 160 km uzaklıktaki Harran’ın doğu ucu.
Bazarluk’ta Bir Han
Gün Bazarluk’ta(Pazarcık), küçük yeşil ovada, çam ağaçlarıyla kaplı tepelerin arasından yarın beni bekleyen yokuşları gördüğüm sessiz bir handa noktalandı. Hanın arkasında tepe denilecek kadar büyük ölçülerde konik yapay bir höyük vardı. Kimsenin höyüğün geçmişi hakkında fikri yoktu. Yerde bulunan oynak taşlar, bir zamanlar burada eski harabelerin varlığına işaret ediyordu. Sürülerin höyükte yayılırken böğürmesi, hayvanların boynuna asılı zillerin tıngırtısı, batının kızıllığından doğunun morluğuna çalan tonlarıyla günbatımı, ovayı süsleyen göçebe ateşleri yolumun beni başka bir mıntıkaya ulaştırdığına işaret ediyordu. Üç günlük zorlu Zeytun macerasından sonra buradaki yaşamın zıtlığı kendisini çok açık şekilde gösteriyordu. Bu zıtlık giderek daha da artacağa benziyordu.
Hava kararmadan Antep’e erişmek için çamla kaplı tepelerde gün ağarmadan yola koyulduk. Yıldızlar hala seçilebiliyordu, sanki uyuyorlarmış gibi boyunlarından asılı duran çanları hiç çalmayan hayvanlar önümüzde ilerlerken kendi çıkardıkları tozların içinde hayalet gibi görünüyorlardı. 15-20 yıl önce bu tepeler Zeytun eşkıyalarının uğrak yeriymiş. O dönemler çok daha fazlasının görevli olduğunun söylendiği, şimdilerde dört ya da beş tane zapiteyenin bulunduğu kocaman bir karakol en yüksek tepede kurulmuş. Karakolun düz damındaki nöbetçi geçerken beni çağırdı ve evraklarımı sordu. Yolculuğumun önceki aşamalarında Alman sanılarak gözaltına alınmıştım. Şimdi ise İtalyan olarak sorgulanmaya başlamıştım. Görevli çavuş, vilayetin savaş hukukuna geçtiğini, kendilerine gelen emirlere göre tüm İtalyanları tutuklaması gerektiğini belirtti. Evraklarımı incelerken İtalyan olmadığıma ikna olunca vaktimi aldığı için özür diledi, kahve ve sigara ikramında bulundu.
Dipnotlar
¹ W. J. Childs kendisine rehberlik edip yardımcı olması için yerel insanlarla anlaşarak yoluna devam etmektedir. İhsan seyyahın Adana’da kendinden ayrılan kavasıdır(yardımcısı). Mustafa ise İhsan’ın yerine Adana’da tuttuğu kavas.
² Seyyah Adana’dan Bahçe’ye İngiltere’nin Adana konsolosuyla birlikte gitmişti. Konsolos, o dönemler Almanlar tarafından inşa edilen Bahçe’deki demiryolunu ziyaret ederek sürekli orada bulunan Almanya’nın İstanbul Konsolosluğu’nda görevli temsilci ile tanışmak istiyordu. Bu ziyarette yolun büyük bölümünü yürüyerek geri kalanını ise inşa halindeki demiryolunu kullanarak gerçekleştirmişlerdi. Tanıştıkları Alman görevli kendisine “Ekselansları” diye hitap edilmesini istemişti.
³ Yazar burada yanlışlıkla ya da kasten çarpıtmaktadır. Ermeni kökenli olan Bizans İmparatoru İsauryalı Leo’dan (Leo III) yaklaşık 100 yıl sonra hüküm sürecek olan Leo V’dir. İsauryalı Leo’nun kökeni hakkında tarihi kaynaklarda net bir bilgi bulunmamaktadır.
Maraş’ta kuşaktan kuşağa anlatılan ermeni zulmünün, bir kısmını bir İngiliz gezginin (ajan) kendi yazılı kaynaklarında anlattıklarıyla teyit edilmesi anlamında, tarihe ışık tutacak bir paylaşım olmuş.. Teşekkürler.
“Görevli çavuş, vilayetin savaş hukukuna geçtiğini, kendilerine gelen emirlere göre tüm İtalyanları tutuklaması gerektiğini belirtti. Evraklarımı incelerken İtalyan olmadığıma ikna olunca vaktimi aldığı için özür diledi, kahve ve sigara ikramında bulundu”. savaş hukuku, “çavuş” rütbesinde bir askerin yabancıya yapılan işlemin izahatını vermesi, kişinin aranan olmadığının anlaşılmasıyla kahve ve sigara ikramı… kurban olun osmanlıya..